بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Vücud

Allah Teala’nın Vücud sıfatı, yani var olması; O’nun nefsi ve zati sıfatıdır. İbrahim Hakkı Hazretleri burada, Eş’ari mezhebi üzerindeki tarifi tercih etmiştir. Zira Eş’ari’ye göre Vücud, Zatı’nın Kendisi’dir.

Umum itibarıyla vücud, sahibinin aynı mı gayrı mı?. Vacib-ul-Vucüd ile mümkün-ül-vücud’un “vücudları” yani varlıkları, farklı mı değil mi? Diye korkunç ihtilaf olmuştur.

Şerh-ul- Mevakıf, Şerh-ul-Akaid ve Cemal ale-l-Celal’in haşiyelerinden anlaşıldığına göre:

1-İmam Eş’ari dedi ki: Her mevcudun varlığı, kendisine hüve = “o” ile işaret edilen zatın kendisidir. En güzel ifade “varlığı kendisidir; kendisinden gayri değil” dir. Bu takdir de “vücud” lafzı, Vacib-ul-Vucüd ile mümkün-ül-vücud arasında, müşterek bir lafızdır. Bu iştirak, mümkün ile Vacib’in, zat veyahut sıfat olarak birleşmelerini gerektirmez… Aynı zamanda bu tabir, Hanefilerden mukakkiklerin tarifidir.

Nitekim Mercani, Sadr-uş-Şeria’dan naklen diyor ki: Özellikle Vacib-ul-Vücud hakkında ”vücud” sıfatı, mevcud olan zat üzerine ziyade edilmiş bir sıfat değildir. Çünkü madum’un zatı yoktur ki, vücudu olsun.

Bu mevcud olan hakikat = zat = hüve ile işaret olunan şeyin vücudu, eğer gayrın müdahalesi olmaksızın ise, O’na Vacib-ul-Vucüd denilir. Şayet zatı yoksa, ona mümteniu-l-vücud; eğer varlığı, yokluğu, gayrın müdahalesiyle oluyorsa, ona  mümkün-ül-vücud denilir.

2-Fahri Razi’nin dediği gibi, cumhur-u mütekellime göre, vücud, mutlaka zat üzerine ziyade edilen bir sıfattır; zatın kendisi değildir; ister o mevcud, Vacib olsun ve ister mümkün-ül-vücud olsun…

Mercani diyor ki: Razi’nin, bu sözü cumhur-u ehli kelama dayandırması doğru değildir; bu kendisinin görüşüdür. Çünkü bu hususta Maturidilerle Eş’arilerin hiçbir ihtilafı söz konusu değildir. Cumhur-u ehli kelam, bundan beridir. Özellikle Vacib Teala hakkında, böyle söylemek caiz olmaz. Çünkü “vücud, mutlaka zat üzerine ziyade edilen sıfattır” demekten, vücudun arizi bir sıfat olduğu anlaşılıyor. Mümküne nazaran bu caiz ise de, Vacib’e nazaran caiz değildir. Allah Teala, avarızdan münezzehtir.

3-Hükemaya göre vücud sıfatı, Vacib’e nazaran, Zat’ın Kendisi; mümkün-ül-vücuda nazaran, zat üzerine ziyade edilmiş bir sıfattır.

4-Muhakkikin-i sofiye’ye  nazaran, vücud, Vacib-ul-Vucüd’un nefsi sıfatıdır. Aynıdır veya gayrıdır, denilmez.

İbnu Subki, Cem’u-l-Cevami’ adlı eserin şerhinde, birinci sözü tercih ederek diyor ki: Vacib olsun, mümkün olsun, zatın vücud sıfatı, yani varlığı, kendisinden başkası değildir. Ve essah da budur.

Mevlana Cami’, ed-Dürett-ul-Fahire adlı eserde şöyle demiştir: “Vücud, mevcudatın aralarında müşterek bir sıfattır; kendisine izafe edilmiş zatın aynısıdır” sözü, zihnin haricinde, zat ile vücudun başka başka şeyler olmadığının ifadesidir. Çünkü zata ve onun vücuduna bir anda, “o” denildiği zaman, hakikati malum olur. Zihinde ve haricde aynı zatın vücudlarının bir olup olmaması, ayrı bir konudur.

Bir vücudun bölünmesi iki yerde bulunması, muhal olduğuna göre, “birdir” denilebilir. Veyahud zihni vücud, nazar-ı itibara alınmamıştır. Ancak ittifakla, bir zat ve vücudun bölünmesi muhaldır.

Kendisine “vücudun” sıfat olabileceği zat veyahut mevcud, dört kısımdır:

1-Başlangıcı ve sonu olmayan, ezeli ve ebedi mevcuddur. Buna Vacib-ul-Vucüd denilir. Ehad ve Vahid sıfatıyla vasıflanır.

2-Başlangıcı ve sonu olan mevcudlardır. Masivadan süratle var olup yok olan dünya alemidir.

 

3-Yine masivadan başlangıcı olup sonu olmayan, cennet cehennem ehilleri ve ahiret alemidir.

4-Başlangıçsız ve sonu olan, adem yani yokluktur. Mesela mevcudatın var olmasıyla sonu gelmiştir.

Vücuda izafe olunan vacibin manası; bir tek zatın, kendi varlığına tam bir illet olmasıdır. Doğrusu, kendisinin var olmasında, gayrın müdahalesi olmayandır. Cumhur-u ehli kelam, vacibi böyle tarif ettiler.

Sadr-ul-Şeria, Ta’dil-ul-Ulum adlı eserinde diyor ki: Vücud- bizzat; hakikatı kendi nefsinde var olup, yokluğa kabiliyetli olmayandır. Vacibun lizatihi ise; gayrın müdahalesi olmaksızın, bir zatın, vücud sıfatıyla var olmasıdır; ki adedi kabul etmez, ezeli ve ebedidir. Kelamcıların “Bir tek zatın, kendi varlığına tam bir illet olmasıdır.” Demelerinin manası budur.

Böyle olunca mümkün-ül-vücud ile Vacib-ul-Vucüd’un birleşmeleri, zaten ve sıfaten muhaldir. Kelamcılardan ehli tahkik, bir takım felsefeciler ve muhakkikin-i sofiye, ittifakla şöyle dediler:

Vacib, vücudunu gayrından kazanmayan, yine kendi varlığı ile vasıflanan Zat’tır, ki Vücudu, Kendisi’ne has bir vücuddur… Başlangıçta ilk kez akıl, müşterek olan vücud vasfından zihnen çıkardığı mana ile, zevatı yani mevcudatı, hiç olmayan şeylerden ayırır; sonra onu mümkünlere tahsis eder. Zeyd’in varlığına;Amr’ın, atın; taşın; insanın varlığına hükmeder. Sonra “şunun varlığına şunun sebeb, bunun varlığına bunun sebeb” olduğunu bulur. Tabii ki, ferden ve cem’an bütün mümkünatın her birinin, “cins, nevi’ ve fasıl olarak- birbirine sebeb olduğunu bulur.

Burada üç ihtimal olur.

1-“Bunlardan her biri diğerini var etmiş” denilse, son iki varlık, mesela hareket ve sükun, hem mesela madde ve sıfatı, kuş ve uçuş, birbirini yaratırlarsa, devr-i teselsül gerekir. Devr-i teselsül, muhaldir.

2-Bunca kainat, bu intizamla kendiliğinden meydana gelmiş… İlmi delillerle, bu da muhaldir.

3-Kesin kanaata varır: Bunca varlıkları var eden, bir hakiki vücud vardır. O mevcud, gayra izafe olunmayan, hak ve gerçek bir Zat’tır. Aynı zamanda O Kendisi, varlığına tam bir illettir. Gayrına muhtaç değildir; gayrı O’a muhtacdır.

İşte kelamcılar burada, iki vücudu tesbit ettiler: Vücudu gayrına izafe olunmayan Vacib-ul-Vucüd; vücudunu başkasından kazanan, mümkün-ül-vücud.. Mümkün-ül-vücud, hadis ve sonradan var olmuştur. Şu sıfatla olduğu gibi, başka bir sıfatta da bulunması mümkündür. Oluşlarında fail değil; bilakis oluşlarında fail, Vacib-ul-Vucüd’dur. [1/s.146-148]

Vücud: Ehli Sünnet vel'Cemaat: “Evet, şey, varlıktır, tüm varlıkları kapsayan vücud = mevcud manasındadır. Zira olmayanın görülmesi imkansızdır, konu edilmesi de muhaldir.” [27/s.248]

 

Müslüman sufilere göre bütün mevcudatın = mahlukların vücudları hakiki vücud değil, bilakis birinci Vücud’un nurunun aksinin aksidir. Mesela nurlar, nurları yaratan Zat-ı Aktes Teala’nın tek nurunun aksidir. Aksi olan nurlar, kadim ve ezeli ilminde yani “A’yan-ı Sabite” de vücudu muayyen olan mümkün mahiyetlerin = maddelerin suretiyle suretlenmektedir. Çünkü kadim olan Vücud’un nuru ilk kez ilmi suretlerin yani “A’yan-ı Sabite” nin üzerine aksetti. İkinci kez aksedilen akis, imkanla vasıflanan mahiyetlerin üzerinde yani enerji olarak akislendi. Üçüncü kez hikmet-i İlahiye’nin gereğince ve irade ve kudretinin bağlanması hasebiyle belli vakitte belli yerlerde akislenen nurani enerjiler yahud ışıklar, “Ayn” yani mülk ve madde aleminde oluşan mevcudat olarak akislenir. Var görülen ve “Ayn” yani mülk  ve madde alemine verilen vücud, maddenin ötesindeki enerjilere eğirti verilen vücutlardan birer birer eğirtidirler.

İşte böyle olunca, nurların akisleri olan vücud, bir cismin üzerine devam ettiği müddetçe, o cismin sahibi var görülüp “Ayn” yani mülk ve madde aleminde baki kalır. Aksi halde akseden nurların kesilmesiyle cisimler fesholur, hatta madde kendi suretinden sıyrılır ve orada “……..” “Bütünüyle dönüşler O’nadır” Er-Ra’d Suresi ayet 36 ve “…….” “Hepsi bize dönmek halindedirler” El-Enbiya’ Suresi ayet 93 mealindeki ayet-i kerimelerin sırrı zahir olur. Ve sırrın zuhuru anında da kainata nisbet edilen vücudlar zeval bulur. (28/s.411)