بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Nasihat ve Tebliğin Ehemniyeti

Ayet   ve hadislerin hükmü mü’minleri birbirine kardeş olarak beyan buyurmasıdır. Öyle ise  mü’minler birbirine kardeştir. Şübhesiz kardeşlik, nasihat ve  tebliği gerektirir. Kardeş olan mü’minler, birbirine tebliğ ve  nasihat  etmekle mükelleftirler. Her bilgn, din ve dünya hakkındaki bilglerini diğer mü’min kadeşine bildirmek mecburiyetindedir. Kur’an-ı Hakim’de Allah Teala şöyle buyurur:

                    “Mü’minler  ancak birbirine kardeştirler.

                    Mü’minler’in birbirine kardeş olmalarını beyan eden bu ayeti kerime, delalet-ul-iltizam  yoluyla mü’minlere nasihat ve tebliği emretmiştir. Birçok ayetlerde nasihate ve tebliğe mü’minleri teşvik etmiştir. Mesela; Allah  Teala Nuh  Peygamber’in kavmine yaptığı tabliğ ve nasihattan haber vererek şöyle buyurur:

                    “...Ve Ben size nasihat ediyorum.”Yani, sizi irşad ederek hak ve hakikat yollarını size gösteriyorum. Ve ahirette en güzel  hayr ve menfeate kavuşmanızı diliyorum. Başınıza bir musibetin gelişinde kalbim yanıyor. Herhangi bir zarara uğramamanız için gece gündüz uğraşıp  “...Ve Ben (böylece) size nasihat ediyorum.”

                    Bir de Allah Teala Hud aleyhisselam’ın kavmine yapmış olduğu nasihat  ve tebliğden bahsederek şöyle buyurur:

                    “...Ben sizin için (her hayrı dileyerek risaletimin mucibince) emin bir nasihat ediciyim.”Yani, Allah Teala’nın Bana emanet yapanların sonunda sevab göreceklerini; yasaklarından vazgeçirmeye çalışır, cazgeçmeyenlerin azab göreceklerini haber veririm. Böylece size her heyrı dileyiciyim. Gayet halisane bir surette  “...Ben size emin bir nasihatediciyim.”

                   Bu iki ayeti kerimeden, iki manayı anlıyoruz:

                    1-Müslümanların başına gelen  musibetten dolayı tebliğcinin kalbinin yanması,  bilfiil dil ile usanmaksızın  halkı irşad etmesi, onları her hayrı ulaştırmak için gücünü harcamasının gerekliliğini anlıyoruz. Şu halde bir bilgin ,  bilgi ve basiret üzere  halkı Hakk’a davet etsin diye teşvik buyurulmuştur. Aynı zamanda tebliğ eden zatın da tebliğ edeceği konuda cahil olmaması gerekir. bununla beraber tebliğci isterse Nuh Peygamber gibi her bir günde yeni yeni ameli ve ilmi tevhidi bildirir, istersi Hud Peygamber  gibi can ve malından emin olduğu zamanda tebliğ ve nasihatte bulunur.

                    2-Kendisine tebliğ ve nasihat yapılan kimse cahil de olsa, hatta ikrah  da ederse, yahud da tebliğciye söz, alay ve tenkidle saldırsa dahi, tebliğcinin yine onları afuv etmesi, şefkatle öğüt vermesi ve telkinlerine aldırış etmemesi gerekir. Bu hususta Allah Teala  Habibi’ne şöyle buyurur:

                    “Afuv yolunu tut, marufu emret, cahillerden yüz çevir.”  Yani halkın tepki ve sefahatine bakmaksızın, Dinen güzel bilinen her hayrı emret. Ve sefih olan cahilden yüz çevir; onun gibi sertlik  yapma. Her kötülüğe karşı iyilikle mukabele et.

                    Tebliğde, kötülükle mukabele edilmez. Bilakis iyilikle  mukabele edilir. Çünkü umum itibarla mü’minler, marufu emretmekte, münkerden vazgeçirmeye çalışmakta birbirlerine yardımcadarlar. Her bir mü’min diğerinin dostudur. Sadece arkadaş değil kardeşidir. Kardeş kardeşe Allah’ın emirlerini bildirir, fenalıklardan vazgeçirmeye çalışır. Mü’minlerin bu şekilde muameleleri, yani tebliğ ve nasihatin ehemmiyetini Allah Teala Hazretleri şöyle beyan eder:

            “Mü’min erkekler ve kadınlar yekdiğerinin (samimi dost ve) yardımcılarıdırlar. (şöyleki onlar) marufu emrederler, mürkerden vazgeçirmeye çalışırlar.”

            Bu ayeti kerimede Allah Teala, mü’minlerin en ali sıfatlarını beyan buyurur. Bunanla beraber iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek vazifesinin ehemmiyetini bildiri. Evvelen ve bizzat mü’minler birbirinin dost ve yardımcılarıdırlar. İkinci olarak, birbirlerine Allah’ın emirlerini bildirir, Allah’ın yasaklarını söylerler. Mü’min, söylediği yasaktan sakınsın sakınmasın, yasaklardan vazgeçirmeye çalışır. Bu vazifeyi ihmal edenin imkanı zayıf ve gayreti zayıf.. Her nasıl olursa olsun, kamil imana ermemiştir. Çünkü bu ayetin işaret buyurmuş olduğu hakikati Rasul-u Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem: “Mü’minler bir tek cesettirler” diye beyan buyurmuştur.

            Usul ilmine göre, hal olarak vuku bulan cümleler, şart manasını taşır. Binaenaleyh marufu emretmek, yasaklardan vazgeçirmeye çalışmak hasleti, imanın şartıdır. Ancak ehli sünnete göre, şart-ı kemaldir. Havaricilere göre, imanın varlığının şartıdır. Her iki itibarla ayetin manası şöyle olur:

            Marufu emrettikleri ve yasaklardan vazgeçirmeye çalıştıkları halde erkek ve kadın mü’minler yekdiğerinin yardımcılarıdırlar.

            “Marufu emrederler ve yasaklardan vazgeçirmeye çalışırlar. “ cümlesinin hal olmaya ihtimali olduğu gibi sıfat olmayada ihtimali vardır. Bu ihtimale mebni ehli sünnet bu hasleti, imanın varlığına değil kemaline şart kıldılar. İttifakla marufu emretmek, münkerden vazgeçirmeye çalışmak, diğer ifade ile emri marufu yerine getirmek ve münkerlerden sakınmak kamil imanın alametidir. Nitekim bu hususta Cenap-ı Hak Teala şöyle buyurur:

            “Sizin içinizde iyiliğe çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir taife olsun. İşte bunlar korktuklarından emin ve umduklarına nail olmuşlardır.”

            Bu ayeti kerimede, marufu tebliğ etmek, yasaklardan vazgeçirmeye çalışmak, dine davet hasletinin farz olması beyan buyurulmuştur. Ancak ulema ve umeraya farz, muktedir olmayana göre ise fazilet ve mendubdur. Zira “min” harfi baziyet manasındadır. Şayet baziyet manasında değilde tebyin manasında olursa, bu hasletlerin farz-ı ayn olması gerekir. Bu takdirde ayetin manası şöyle olur:

            “Hepimiz marufu emreden ve yasaklardan vazgeçirmeye çalışan, hayır ve iyiliğe (İslam Dinine) çağıran bir tek taife olunuz...”

            bu mana şu ayeti kerime ile de takviye olunmaktadır:

            “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayrlı bir ümmetsiniz; Marufu emredersiniz ve münkerden vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a iman edersiniz.” buyurulmuştur.

            İman, varlık olarak, eri maruf ve nehyi an-il-münkerden evveldir. Lakin üç hikmete  binaen bu ayeti kerimede,  “...Allah’a iman edersiniz.”cümlesi, emri maruf ve nehyi an-il-münkerden sonra vuku bulmuştur:

1-      Maruf emretmek, münkerden sakındırmaya çalışmak, iman hakkında da çok mühim,

2-      Bir kavle göre bu hasletler sadece bu ümmete mahsus,

3-      Ve apaçık hara delalet etmiş olduğu için, “...Allah’a iman edersiniz” cümlesi, bu iki hasletten sonra zikredilmiştir.

Bir mü’min evvelen ve bizzat nefsini kemale erdirir, bilgileri toplar, onunla amel eder. Sonra, başkasını da kemale erdirmek için çalışır. Bu itibarla  Hazreti Ömer radıyallahu anh yukarıdaki ayeti kerimeyi okuduktan sonra şöyle buyururdu:

            Her kim Allah Teala’nın övmüş olduğu hayrlı ümmetten olmak isterse, O’nun şartına baksın. (Yani) Marufu emretsin veyasaklardan vazgeçirmeye çalışsın.

            İman etmek, marufu emretmek, yasaklardan  vazgeçirmeye çalışmak çokça mühimdir. Her nerede olursa olsun mü’min öğrenir, öğrendiğiyle amel eder. Amel etmezse dahi hak ve gerçeği beyan eder. Panayırlarda, çarşılarda, ev sohbetlerinde ve heryerde  sefihlerin sözlerine ve fiillerine uymaksızın, mü’min Dinini izhar eder. Dini izhar etmek kadar ehemmiyetli bir şey yokken, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, Dine daveti, marufu emretmeyi, yasaklardan vazgeçirmeye çalışmayı gizleme hasletine ehemmiyet veriliyor. Allah  ise bunun aksini emretmiştir.

            “Hak, Rabb’inizden gelir de. İsteyen iman etsin, isteyen kafir olsun.”buyrulur.

            Allah Teala Hazreti Peygamber’e, göndermiş olduğu hükmü yani Kur’an’ı,gizliden gizliye değil açıktan açığa bildirmeyi emretmiştir. Bunun  tatbik edilmesinin de açıktan olmasını emretmiştir. Nitekim  Allah  Teala şöyle buyurur;

            “Emrolunduğunu açıktan açığa bildir.”

            Her mü’min Kur’an ve hadise, doğrusu İslam Dinine olan imanını izhar etmeye mecburdur. Dinini sadece  kalbinde yaşatamaz. Bildiğiyle amel etmeye mecburdur. Başkasına tabliğde bulunması, İlahi bir emirdir. Allah’ın Rasulü şöyle buyurur:

            “En harlı (iş) Kur’an’a ve sünnetime uymaktır.” Tabi ki bu tatbikat asla gizlide olamaz.

            Birçok memurlar amirlerinden, birçok işçiler patronlarından, birçok talebeler muallimlerinden dinlerini  gizlemektedirler. Onların korkusundan, ameli tatbikatlarını terkederler. Giyim ve kuşamda kendilerini Kur’an’ın emrine ve sünnetin hükmüne değil, amir, patron ve hocalarının isteklerine uyduruyorlar. Onların istediği şekle bürünüyorlar. Böylece tatbiki olan imanlarını gizlerler. Bunu gizledikleri için haliyle, emri bi-l-marufu terkederler, nehyi an-il-münkeri işlemye devam ederler. Bugün müslümanların başına ne gelmi ise bundan dolayıdır. İsrail oğulları da böyle yapmıştı. Onların bu suçlarından dolayı Allah Teala birçok azabları göndermiş, İlahi emirlere uyanları da korumuştur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurur:

            “Fenalıklardan vazgeçirmeye çalışanları kurtardık. Zulmedenleri, fısk işlemeleri sebebiyle şiddetli azaba düçar ettik.”

            Dini gizlemek, Allah’ın mühim tuttuğu bir işi mühimsememek, fenalıkların en fenasıdır. Dolayısıyla dediler ki: Küfre rıza küfür, isyana rıza isyandır. Neme lazım diye bir hüküm yoktur. Söz tesirli olsun olmasın, can ve mal güvenliği olduğu müddetçe, Hud Peygamber gibi menhiyyatı azaltmaya çalışmak gerekir.

            “Sizden kimse çirkin bir iş görürse, onu eliyle değiştirsin. buna gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. buna da gücü yetmezse, (fiilen onlardan kaçmakla işlerinden) kalben nefret etsin. Bu ise imanın en zayıf mertebesidir.” Bu  hadis-i şerife dair izah geçmiştir.

            Bugün, kimseye vahiy gelmez, yani vahiy kesilmiştir. Fakat  vahiy geldiği zaman Ashab radıyallahu anhum kemaliyle zabdettiler. Onların zabdettiğini, bugünkü insanlar tebliğ etmeye mecburdurlar. Bugün en uygun cihad, dini esasları  zabdetmek, imanı gizlemeden, her yerde ve her hususta müslüman  toplumunda şer’an çirkin görülmüş her fenalıkları ortadan kaldırmaya çalışmak ve şer’an makbul görülmüş her iyiliği yapmak ve söylemek vazifesidir.

            “Benden önce Allah Teala’nın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin ümmetinden havarileri (halis dost, yardımcı ve o peygamberin yerinde cihad eden) ve sünnetine tabi olan, emrine uyan ashabı olmasın. Gerçek şu ki, sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan bir sürü kötü nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle mücadele ederse o mü’mindir. Kim onlara karşı diliyle mücahade ederse, o da  mü’mindir. Kim onlara karşı kalbiyle mücahede ederse, o da mü’mindir. Ama bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi de yoktur."

            Kalb ile mücahade etmenin alameti, fasıkın günah işlemesi anında fıskından kaçmak, sonra o fasıka nasihat etmek, asiyi isyanından vazgeçirmeye çalışmaktır. Binaenaleyh, günah işledikleri esnada fasık ve asilerin sofralarında oturmak ve maaşından korkmaktan dolayı amirine içki vermek, patdonun hesabına başkalarının malını gasbetmek, babasının hatırına namazı, ilim meclislerini terketmek, reisin korkusundan Allah Teala’nın emirlerinden birini terketmek yahud yasaklarından birini işlemek veya reisin korkusundan dini bir hükmü değiştirmek gibi şeyler münkerlerdir. Bundan kaçmak ve işlenilmesinden vazgeçirmeye çalışmak, yani nehyi an-il-münker, güçlü olana fiili olarak vacibdir. İsrail oğulları bu vazifeyi tarkettikmerinden dolayı Allah’ın gazabına uğradılar. Nikekim Allah Teala şöyle buyurur:

            “kafir olan İsrail oğulları, Davud ile Meryem oğlu İsa’nın dili üzere lanetlendiler. Bu onların günah işlemelerrinden ve hududu tecavüz etmelerinden dolayı idi. Bunlar işne fena idi.” Rasul-u Muhterem de bir hadis-i şerifüe şöyle buyurur:

            “Nefsim, kudretiyle yaşayan Allah’a andederim ki, ya marufu emredersiniz, Allah’ın yasaklaırndan vazgeçirmeye çalışırsınız ya Allah’a Yalvarırsınız da, amma ve lakin duanıza icabet edilmez.”

            Günah işlemeleri esnasında fasıkların sofrasınnda oturan, içkili bir oüğünde mevlid-i şerifi okuyan, maaşından korkup daamirine içki veren, kulun hesabı için Allah’ın hükmünü değiştiren, dini tebliğde bulunan bir zevatı tebliğinden alıkoyan, yukarıdaki ayet ve hadisin tentidi altına girmektedir.

            Rasul-u Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem, ashabıyla  -İsrail oğullarının bu gibi fenalıklarını işlememeleri hakkında-  ahidleşip söz aldı.

            Ebu-l-Velid  Ubade bin es-Samit radıyallahu anh diyor ki:

            Zorluk ve kolaylık anlarınd, neşeli ve neşesiz hallerde (ehlinden) söz dinlemeye (Allah’ hükmüne aykırı olmadığı müddetçe amirimize) boyun eğmeye ve başkalarının bize tercih edilip imtiyazlı bir hayat sürmelerine ses çıkarmaksızın itaat etmeye,  -elimizde bulunan kesin delillere göre apaçık küfür sayılan bir şey görmedikçe- iş başındakilerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım, kimseden çekinmeksizin ve bir kınayıcının kınamasından korkmayarak doğru söylemeye peygamber aleyhisselam’a söz vererek biat ettik.

            Ceril bin Abdullah radıyallahu anh da şöyle buyurur:

            Namaz kılmak, zekat vermek ve her müslümana hayrı dileyerek nasihat etmek üzere söz vererek biat ettim.

            Ebu Abdullah Tarık bin Şanab el-Beceli el-Ahmesi radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, ayağını deve üzengisine koyduğu sırada bir adam: Hangi cihadın sevabı daha çoktur, diye sordu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

            “Zalim sultan katından söylenen hak sözdür.” Buyurdu.

            Yine Ebu Said Hudri radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

            “Cihadın en efdali zalim bir sultanın yanında hak ve gerçek sözü söylemektir.”

            İbni Mes’ud radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselam şöyle dedi:

            “İsrailoğulları arasında bozgunluk şöyle başladı: Bunlardan birisi, günah işleyen diğer birisine rastlar: Be adam, Allah’tan kork, yapmakta olduğun işi bırak, zira o iş sana helal değildir, der; ertesi gün yine o adama aynı halde rastlar, böyle olduğu halde o adamla yiyip içmekten ve onunla düşüp kalkmaktan çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teala onların kalplerini birbirine benzetti.”

            Sonra, “İsrailoğulları içinde kafir olanlar, isyanları ve hududu aşmaları yüzünden Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetlediler. Onlar yaptıkları günahlardan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Bu ne çirkin bir şeydi. ( şöyleki ) bunlardan bir çoğunun, kafirleri kendilerine dost edinerek iş başına getirdiklerini görürsün. Onların nefsleri kendilerini ne fena şeye, Allah’ın gazabına götürdü. Onlar azapta daim kalacaklardır. Bunlar Allah’a, peygamber’e ve ona gönderilen kitap’a inanmış olsaydılar, kafirleri dost edinip iş başına getirmezlerdi. Fakat onların çoğu fasıktırlar” mealindeki ayeti okudu. Sonra şöyle buyurdu:

            “Hayır, ya maarufu emir ve münkerden nehyeder, zalimi zulmetmekten meneder, onu hakka çevirir ve hak üzerinde durdurursunuz, ya da Allah Teala kalplerinizi birbirine benzetir; sonra sizide İsrailoğullarını lanetlediği gibi lanetler.”

            Bu metin Ebu Davud’un olup Tirmizi’nin ibadeti şöyledir:

            Peygamber aleyhisselam şöyle buyuruyor:

            “İsrailoğulları günaha daldıklarında alimleri onları günahlarından vazgeçirmeye çalıştılar. Lakin İsrailoğulları günah işlemekten vazgeçmediler. Sonra ulema, onlarla beraber oturdular ve onlarla yiyip içtiler. Bundan dolayı Allah Teala onların kalplerini birbirine benzetti. “Allah Teala Davud ve Meryem oğlu İsa’nın dili üzere onları lanetledi. Bu iş, onların günah işlemeleri ve zulmetmeleri yüzünden olmuştur.”

            Peygamber aleyhisselam dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Nefsim, kudretiyle yaşayan Zat’a yemin ederimki, onları hakka boyun eğdirmedikçe mezkur haller olacaktır” buyurdu.

            Yine Ebu Bekr es-Sıddık radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

            “Ey insanlar, siz, “Ey iman edenler, siz kendinize bakınız. Doğru yola giderseniz, yolunu şaşırmış kimselerin zararı size dokunmaz” mealindeki ayeti okuyorsunuz. Halbuki ben Peygamber aleyhisselam’ın; “İnsanlar zalimi görürlerde onların zulmetmesine mani olmazlarsa, Allah Teala’nın bütün insanları azaba uğratması pek yakındır” buyurduğunu işittim.

            “Ey insanlar.. (siz) Allah Teala’ya yalvarıpda, (O’nun) duamıza icabet etmeyeceği, siz istiğfar edipde, (O’nun) günahlarınızı mağfiretle öğretmeyeceği bir zamandan evvel, iyilikleri emredin, yasaklardan vazgeçirmeye çalışın. Gerçekte iyiliği emretmek, bir kimsenin ecelini çabuklaştırmaz. Şüphesiz yahudi hahamları ve hristiyanların rahipleri, iyilikleri emretmedikleri ve yasaklardan vazgeçirmeye çalışmadıkları vakitte peygamberleri tarafından lanetlendiler ve bela hepsini kuşattı.”

            Bunun için Allah Teala, söylediklerini yerine getirmeyenleri tehdit ederek şöyle buyurur:

             “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınızı söylemeniz en şiddetli bir buğz (u davet etmiş olmak ) bakımından Allah nezdinde büyüktür.”

            “Bir kişiye Allahtan kork (günahlardan korun) denildiği zaman, onun öfkelenmesi, kendisine günah olarak yeter.”

            “Kendisinde üç haslet bulununcaya kadar, bir adamın iyilikleri emretmesi, yasaklardan vazgeçirmeye çalışması yakışmaz: (1) kötülüklerden vazgeçirmekte yahut iyilikleri emretmekte, söyleyişinde yumuşak ve mülayim (şefkatli) olması. (2) vazgeçirmek istediği yasağı bilmesi. (3) yasak ettiği şeyden yüz çevirmesidir.”

            “Ümmetimden bir taife kıyamete kadar iyilikleri emrederler, yasaklardan vazgeçirmeye çalışırlar. Onlar bu hal üzerindeyken kıyamet kopacak. Onların sözlerine aldırış etmeyen ve muhalefetlerinde devam eden hiçbir kimse, onlara zarar vermeyecektir.”

            “Hak ve gerçek (doğru söz ve hikmet) kimden gelirse gelsin onu kabul et. Küçükten gelsin, büyükten gelsin. Buğzettiğin kimseden gelse dahi”

            (Reddetmen) kimin aleyhinde gelirse gelsin batılı reddet. Küçüğün veya büyüğün aleyhinde olsa dahi. İsterse en sevdiğin kimsenin aleyhinde olsun.”

            Küçüklerimize şevkat ve büyüklerimize saygı göstermeyen, birde iyilikleri emretmeyen ve yasaklardan vazgeçirmeyen kimse biz(im üstün ahlakımız)den değildir.”

            Gerçekten lider, kavmine yalan etmez. Allah’a andolsun, Ben bütün insanların hepsine yalan etsem dahi size asla yalan etmem. İnsanların hepsini aldatsam dahi sizi asla aldatmam.kendisinden başka, hiçbir mabud (tapınak,  mahbub ve rabb) olmayan Allah’a andederim ki, gerçekte Ben size hasseten ve bütün insanlara umum olarak Allan tarafından gönderilen bir Peygamberim (Elçiyim). Allah’a andolsun, uyuduğunuz gibi  nuhakkak öleceksiniz. Şübhesiz iyiliğe  mukabil iyilikle mükafatlanacasınız ve fenalığı mukabil fenalıkla cezalandırılacasınız. Şübhesiz o eücazat ya cennet veyahud da ateştir.”

            “Kim bir kuvvet sahibine bir iş hakkında nasihatte bulunmayı kasdederse, ona alenen nasihati izhar etmesin, ama elini tutsun, onunla tenhalaşsın. Kendisinden nasihat kabul ettiyse ne güzel. Aksi takdirde, üzerindeki hakkı ödemiş olur.”

            “Muhakkak ki Allah Azze ve Celle, bazı insanların ameli yüzündan umum halkını azablandırmaz. Ne vakit ki kendileri inkar etmek üzere güç buldukları halde, onların karşısında alenen çirkin işler işlenilir de bunu inkar etmezlerse işte o zaman, işledikleri sebebiyle Allah Teala havası ve avamı birlikte azablandırır.”

            Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh’dan gelen bir  rivayete göre, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, şübhesiz şöyle buyurdu:

            “Bir kimse müslüman kardeşine, doğru yola iletecek yahud helaktan kurtaraca hikmet kelimesi gibi bir hediye vermemiştir.”

            “Ahir zamanda, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen devlet reislerinin huzurunda bir kavim bulunur da, onları kötülüklerden vageçirmeye çalışmazlar. Allah’ın laneti onların üzerinde olsun.”

            “Allah bir kulu hakkında harı murad ettiği zaman, onun nefsinden kendisine bir vaiz halkeder de, artık o, kendisine iyilikleri emreder, yasaklardan vazgecirmeye çalışır.”

            İmam Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Ebu Hureyre şöyle anlatmıştır:

            “Sen en yakın hısımlarını uyar”ayeti kerimesi nazil olunca, Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem Kureyşi davet etti.Onlar da toplandılar. Bunun üzerine Rasulullah sallallahu  aleyhi ve sellem, kimi  umumi kimi hususi hitab ederek:

            “Ey Kab bin Lüeyl oğulları.. Kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Mürretü-bnü Kab oğulları.. Kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Abdi Şems oğulları.. Kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Abdi Menaf oğulları.. kendinizi cehennemden kurtarın. Eş Fatıma.. kendini cehenneden kurtar. Çünkü  Ben sizin için Allah’tan hiçbir şeye malik değilim. Şu kadar var ki, sizin bir hısımlığınız var. Ben bunu (hısımlık suyu ile) sulayacağım.” Buyurdular.

            Hadis-i şeriften anlaşılan mana şudur: “Benim hısımlığıma  güvenmeyin. Çünkü Ben, Allah’ın dilediği azabı sizden defetmeye kadir değilim.”

            “Şu kadar var ki, sizin bir hısımlığınız var. Ben bunu (hısımlık suyu ile ) sulayacağım”cümlesinden murad; sıla-i rahmimi yani akrabalık hakkımı eda edeceğim, demektir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, akraba hakkına riayet etmemeyi hararete benzeterk, onu söndürmek suretiyle hafifleteceğini ifade buyurmuştur.

            Tahavi diyor ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e Allah Teala, yakın hısımlarını inzar etmesi(fenalıkların akibetinden korkutarak uyarması) emir buyurunca, Kureyş aşiretlerini davet etti. Bunların içinde, nesebi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile babasında birleşenler olduğu gibi, üçüncü babada, dödüncü babada, beşinci bebede, yedinci babada, hatta bunlardan daha uzak babalarda birleşen akrabası da vardı. Ancak Kureyş kabilesine mensub olmakla bu kabile onları bir araya topluyordu.

            Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, hadiste görülen hısımlarına birer birer kabile ve şahıs isimleriyle hitab etmesi, en yakın akrabası olduklarındandır. Yakın akrabayı fenalıklardan vazgeçirmek, onlara iyi yol göstermek öncelikle gerekir. Bazı ulema, “Yakın akrabayı inzar et” ayetiyle istidlal ederek,yakın akrabaya öğüt vermenin farz olduğunu da  söylemişlerdir. Binaenaleyh, mü’minin önce kendi nefsine, sonra en yakın akrabasına farz-ı ayn, diğerlerine farz-ı kifaye olarak tebliğde bulunması gerekir.

            “Allah o kimsenin yüzünü ak veparlak etsin ki, sözümü işitir. Ona kulak verir, sonra işittiği gibi hakkını öder. Kendisinde hiç fıkıh bilgisi olmayan nice fıkıh bilgisini taşıyanlar vadır. Ve nice var ki, kendisinden daha fazla fıkhı bilene, fıkıh taşır. Üç haslet var, mü’minin kalbi onlarla hayrı işlemeye  yararlı olur (ona hıyanet girmez; ve o kalb şerre girmez)(1) Halis amel, (2) iş adamına (amirlere) nasihat,(3) cemaate devam etmek. Çünkü bunların davaları, arkalarındaki kimseleri de kuşatır.”

            Yukardaki ayet ve hadislerden, emri bi-l-maruf ve nehyi an-il-mükerin ehimmiyeti anlaşılmıştır. Görülüyor ki, emri bi-l-maruf ve nehyi an-il-müker yapılmadığı takdirde, fenalıkların çoğalmasından fitnelerden salihler bile kurtulmaz.

            Marufu emritmek, İlahi yasaklardan vazgeçirmeye çalışmak o kadar mühimdir ki, yol üzerinde yahud herhangi bir mecliste oturulurken bile o vazifeyi yapmak gerekir. Nitekim bu husuusta, Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh şöyle buyurur:

            Peygaber aleyhisselam: “Yol üzerinde oturmaktan sakınınız” demişti. Bunun üzerine ashab: Yol üzerinde oturmak bizim için zaruridir; orada konuşuyoruz, dediler. Rasul-u Muhterem sallallahu  aleyhi ve sellem: “Hayır.. Yol üzerinde oturmaktan vazgeçmiyorsanız, yolun hakkını veriniz” buyurdu. Ashab: Ey Allah’ın Rasulü, yolun hakkı nedir? Dediler. Buna cevaben Rasul-u Muhterem şöyle buyurdu:

            “Haram şeylere bakmamak, geçene eza cefa vermemek, selamı almak, maruf olan şeyi emretmek ve münker olan şeylerden vazgeçirmeye çalışmaktır” buyurdu.

            Buhari’nin rivayetinde,  “Yol üzerinde oturmaktan vazgeçmiyorsanız”yerine: “Siz bir meclise geldiğiniz zaman meclisin hakkını veriniz”buyurulmuştur.

            Binaenaleyh yol üzerinde, Allah’ın yasaklarından birini işlemeksizin kahvehanelere veyahud herhangi bir mecliste hatta evlerdeki oturmanın şartı; emri bi-l-maruf ve nehyi an-il-münker  vazifesini büyük ihtimamla yerine getirmektir. Nitekim Hafız ibni Hacer şöyle buyurur: Bu gibi yerlerde oturmanın üç adabı bu hadis-i şerifle beyan buyurulmuştur:

1-      Mecliste oturmak esnasında, evvelen ve bizzat mü’min kendi mefsini fitnelerden korumak için gözlerini haramadan sakındırır.

2-      Yola balğam atmak, gıybet yapmak, şunun bunun kusurunu söylemek, gelen geçenlere eza ve cefa vermekten sakınır, hiçbir kimseyi tahkir etmez.

3-      Gelen geçenlere ikramda bulunarak selamlarını alır, yol veya meclisi temiz tutar, nezaket ve efendilikle nasihatte bulunur. İcabederse eliyle, icabederse diliyle menhiyyatı değiştirir, marufu bildirir.

Numan bin Beşir radıyallahu anhuma’dan rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

            “Allah Teala’nın çizdiği hududa riayet etmeyen kimse, gemideki şu kavme benzer ki, bunlar gemideki yerlerin kur’a ile paylaştılar. Bir kısmı geminin üst katına, diğer kısmı da alt katına yerleştiler. Kur’a neticesi olarak aşağıya yerleşenler, su almak için çıktıkları vakit üst kattakilerin yanından geçelerdi. Bunun üzerine: Hissemize düşen yerden bir delik açalım da yukarıdakileri rahatsız etmeyelim, dediler. Şimdi üst kattakiler, bunları istediklerini yapmakta serbest bırakırlarsa hepsi  helak olurlar. Eğer onları bu tehlikeli işten menederlerse kendileri de kurtulur ve onları da kurtarmış olur.”