بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Marifetname'deki İtikadi Beyitlerin Şerh ve İzahı

EHLİ SÜNNETİN TEMEL İTİKADLARI
MANZUMESİNİN ŞERHİ

 خُدَا رَبِّـمْ نَبِـمْ حَقَّا مُـحَمَّــدْدِرْ رَسُـولُ اللّٰهْ

هَمْ اِسْلاَمْ دِينِدِرْ دِينِمْ كِتَابِمْدِرْ كَلاَمُ اللّٰهْ

 

(1)   Hudâ Rabb'im Nebim hakka Muhammeddir Rasûlullah

         Hem İslam dînidir dînim kitâbımdır Kelâmullah

Hudâ Rabb'imdir. Peygamberim Muhammed Rasû­lullahtır. Dînim, İslam dînidir. Kitabım Allah'ın kelâ­mıdır.

            Bu beytte on bir mesele vardır:

            1-Kendisi'nde Rubûbiyeti yani var etmesi, ya­şatması, kemâle erdirmesi sıfatlarını hududlandıran Hudâ, Rabb'imdir.

            Hudâ, Allah Teâlâ'nın isimlerinden vad'î bir isim­dir. Yani «Allah» Lafza-i Celâl'inin karşılığı değil, «ya­ratan, yaşatan» manasında olup, اَلخَالِق = «El-Hâlık» ve اَلرَّب = «Er-Rabb» demek manasındadır. (Not: Şuur kitabı s.109-111)

            Her bir millet, Rubûbiyet ve Ulûhiyeti Kendi'nde toplayan Allah Teâlâ hakkında bir isim kullanmıştır. Şübhesiz Hudâ gibi deyimlerin, O'nun hakkında kul­lanılması bu itibarla caizdir. Ancak Lafzatullah'ın tam karşılığı değildir.

            2-Allah Teâlâ'ya inanmanın manası, O'nun Ru­bûbiyetini, Mâlikiyetini ve Hâkimiyetini kabul etmektir. Allah Teâlâ'nın Rubûbiyet ve Ulûhiyet sıfatlarını bilmeyenin imanı sûret-i kat'iyyede sahih değildir.

            3-Sadece Allah Teâlâ'ya inanmak kâfi değildir. O'nun insanlardan seçip göndermiş olduğu elçilerine ve elçilerinin de Kendisi'nden bildirdikleri hükümlerine inanılması da farzdır.

            4-Peygamber = Nebî ve rasullerin, insanlardan daha seçkin ve üstün olduklarına inanmak, peygamberlere iman etmenin şartıdır.

            Peygamber nedir?

            Peygamber, Allah Teâlâ'nın kendisini seçkin ve mahlukuna haber vermesi için yarattığı, sonra kendisine vasıtalı vasıtasız vahiy gönderdiği, yol gösteren üstün insandır.

            Aynı zamanda her insan, çevresinin, muhitinin, içinde yaşamış olduğu ailesinin, ana babasının, örf âdetlerin kelepçesinden kurtulamaz. Ne kadar bü­yük feylesof olursa olsun, bilim adamı olursa olsun, nihayet sayılan kelepçelerle kelepçelenmiş olur. İşte Allah Teâlâ peygamberleri bu kelepçeden kurtarmış olduğu halde yaratır.

            Demek Âdem ve Îsâ aleyhimesselâm müstesna olmak üzere biyoloji kaidelerinin dahilinde peygamberler doğuşta sair beşerden farklı olarak yani hiçbir şeyden müteessir olmaksızın kâmil doğarlar. Kâmil olmaları Allah tarafından bağıştır. Amma sair insan­ların keml bulması, çalışıp kazanmasıyladır.

            5-Kur'ân'ın var olmasının inkar edilmemesinden dolayı, kulların dünyevi ve uhrevi hayatlarının tanzimi için gönderilen kitabların hükümlerine inanıl­ması farzdır. Mesela, Kur'ân-ı Hakîm'e inanıp, hü­kümlerine inanmayanın imanı sahih olmaz.

            6-Kur'an da, Tevrat, İncil ve Zebur gibi Allah Te­âlâ'nın manevi kelâmına bağlı sözüdür.

            Allah'ın konuşması nasıldır?

            “Allah ve kelamı, sıfatları, isimleri hududsuz ol­duğu için, doğuşla ölüm arasında hududlu olan akıl onu idrak edemez. Sonsuz, nasılsızdır.” demekten başka denilemez.

            7- اَللّٰه  Allah..., اِلٰه  İlah... , رَبّ  Rabb... lafızlarının arasındaki fark meselesidir.

            «Allah» lafzı, ezelî, ebedî, kemal sıfatlarını ku­şatıcı hak Ma'bûd'un özel ismidir. Bu lafız, sadece Vâcib-ul-Vücûd olan Zât'a mahsustur. Özel isim olunca tercümelerde değişmeyi kabul etmez.

            Tercümelerde bu özel ismini tercümeye kalkı­şanlar, maatteessüf ilmî bir cinayet işlemektedirler. Mesela, ismi «Hüseyn» olan bir kimseden hangi dil ile bahsedilirse edilsin, «Hüseyn» denilmesi; hem mesela elektiriğin buluşuna ilk muvaffak olan «Edi­son»dan bahsedildiği zaman, hangi dille olursa olsun, «Edison» lafzının söylenmesi gerekir. «Hü­seyn, Edison» diğer dillere göre tercümeyle söylenil­diği zaman, aslâ özel isim olduğu anlaşılmaz.

            Şimdi cinayeti gördün mü?..

            Kulun ismini tercümelerde değiştirmezler, Vâ­cib-ul-Vücûd'un özel ismi olan «Allah» lafzını değiş­tirmeye kalkışarak cür'et ederler. İşte ilmî cinayet budur. Ve bilinmesi farz olan hususlardandır.

            Vâcib-ul-Vücud ne demektir?

            Vâcib-ul-Vücud, aklın yokluğunu düşünemediği, düşünse bile isbatlayamadığı benzersiz varlıktır, ki özel ismi «Allah»tır.

            Bunun zıddı «mümteniu-l-vücud»dur. Yani aklın varlığını düşünemediği ve kabul etmediği yahud dü­şünse bile isbatlayamadığı şeydir, yani olmayan şeydir.

            Bir de aklın, varlığını yokluğunu eşit düşünebil­diği, isbatladığı vücud = varlık vardır. Allah'tan başka her şeyin adı «mümkün-ül-vücud»dur. Binaenaleyh اَللّٰهُ “Allah” diyen: “Yaratıcı olan Vâcib-ul-Vücûd, hak Ma'bûd'um, ezelîdir, ebedîdir; var etme, yok etme sıfatlarını Kendisi'nde hasretmiş ve selbî sıfatlardan münezzehtir.” demek ister.

            Ezel, ebed ne demektir?

            Ezel, başlangıcı düşünülemeyen, ebed, sonu düşünülemeyendir. Geçmiş zamanı saysan, sayının son bulduğu nokta ezeldir, sayısız demektir. Ebed, şimdiden sonrasını sayarsan, sayının bittiği nokta ebed = sonsuz olur. Ezel, ebed kavramı, insanın vehminden çıkan bir i'tibârî faraziyedir. Aslında baş­langıçsız ve sonsuz, sayı ve zamana sığmaz, demektir.

            Hâsılı, اَللّٰهُ “Allah” lafzı, ezelî ve ebedî olan Var­lığa mahsus, özel bir isimdir. Bu lafız, O'ndan baş­kası hakkında kullanılmaz. Ve dediğimiz gibi tercü­melerde değiştirilemez.

            Arabcada ma'rife olan اَلاِلٰهُ «el-İlah» lafzına hilafla, nekre olarak اِلٰهٌ "İlah" kelimesi, hak olsun bâtıl olsun, küllî bir mefhumun = cinsin ismi olup bu itibarla “Hak olsun bâtıl olsun, ciddî bir sûrette insanın kendisinden korktuğu yahud aşırı derecede sevdiği o şey kendisine ilah = tapınak olur.” demektir. Örfen de böyledir. Bir kızın âşığı için: “Filan filana tapıyor = seviyor.”; esir alana zilletini izhar eden esir için: “Esir taptı, taparcasına korktu.” denilir.

            Bilahare «ilah» lafzı, tapılması hak ve gerçek olan Vâcib-ul-Vücûd hakkında da kullanılmıştır. Bunun için şahadet kelimesinde, «ilah» lafzı menfî, «Allah» lafzı ise müsbet olarak kullanılmıştır. «İlah»ın mana­sı: “Kendisinden korkulmaya müstehak ve lâyık ve zâtından dolayı sevilen ma'bûd” demektir.

            Sevgi ve korku kendisine yönelene nasıl tapılır?

            İnsanda vehim var, akıl var. Vehim ğalebe çalarsa, aleyhinde olan her şeyden korkar, esir gibi; lehinde olan her şeyi sever, tapar, âşık gibi.

            Mesela psikoloji olarak; teneşirde hareket yok, kıpırdamak yok, saldırmak yok ama insan karanlıkta teneşirin yanında bulunsa, kalkacağını, hareket ede­ceğini, saldıracağını düşünür, vehmeder.

            Hayalî düşüncesi = vehmi sebebiyle düşünülen teneşir, düşünen kimsenin korkusundan dolayı, gö­zünün titreyişi nisbetinde hareket eder.

            Psikoloji olarak; vehme kapılan, hareketin, kıpır­datmanın kendi gözünde olduğunu bilemediği için teneşirden zanneder, ondan korkar. Aklı kullansay­dı, “Tahta tahtadır, ahta = at olamaz.” diye hüküm edecekti ve korkmayacaktı.

            Mesela i'tikâdî olarak da; yine yolda gidersin, çoban köpeğine rastlarsın, köpeğin mikrobundan, ısırışından korkarsın; tesirine inanarak aklında, ha­yalinde canlandırırsın. Ya korktuğun için köpeğe sal­dırırsın, ya âciz kalacağın için kaçarsın. Bu hayalî, vahîm i'tikadından dolayı haliyle köpek sana ğalebe çalar, halinle köpeğe taparcasına korkarsın. Köpek yerine zulmünden korkulan bir hükümdarı düşün­sen, tapınmanın sûretini korkanda görürsün.

            Yolcunun kuvvetli bir inanç üzere aklı olsaydı, çobanı çağırırdı; çoban köpeğe «Oşta!» derdi; kö­pek de saldırmazdı. Korkusu da haliyle zeval bulurdu.

            İnsan çepeçevre sebebler içerisinde doğup bü­yüdüğü, yaşadığı ve tekrar tekrar alıştığı için, aleyhine lehine gelen tüm sebeblerin, birer köpekler gibi olduğunu bilmekten âciz kalır.

            Eğer kesin bir i'tikadla, sebebleri yürütenin, ya­ratanın, idare edenin Allah Teâlâ olduğunu ve sebeblerin saldırmaları yahud faide vermelerinin dahi Allah'ın hükmü olduğunu ve Allah'ın güçlü olduğunu, her şeyden haberdar olduğunu bilmiş olsaydı, bir kere «Allahu Ekber» derdi; Allah Teâlâ da köpek olan cin ve şeytanlara «Oşta!» derdi ve yolcu yoluna rahatlıkla devam eder ve yolda kalmazdı. Şayed «Oşta!» demeseydi bile, yani hükmünü geriye çevirmeseydi bile, elbette sabr-u tahammül verirdi. Böylece sebeblerin tesiri bertaraf olurdu.

            Şuna inanmalıyız: “Aleyhimde lehimde gelen, avcılarım, avım, hepsi benim gibidir, Allah'a muh­tacdır. O halde O'nu severim, beni sevsin; O'ndan korkarım, beni korusun.” Bu inanç, akılda yerleşti mi, insan vehmin her türlü darbelerinden kurtulur, hiçbir şeyden korkmaz olur.

            Allah Teâlâ'nın azametini = ululuğunu = Zâtı'nı = Kendisi'ni sebeblerin perdesi arkasına gizlediğine inanan, en azında intihar etmekten, yüzde doksan dokuz cinnin, şeytanın yahud sevginin, korkunun ğalebe çalmasından dolayı olacak sar'adan kurtulur. Bunun için büyüklerimiz: مَنْ اٰمَنَ بِالقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الكَدَرِ “Allah'ın hükmüne inanan, sar'a ve intihara sirâyet eden kederden emin olur, korunur.” demişlerdir.

            Allah Teâlâ Zâtı'nı niçin sebeblerin ötesine giz­lemiştir?

            Öyle ya, gizlemeseydi, küfre de, imana da, imtihan etmeye de imkan kalmazdı. Yarattığı insanı, “Ben'den mi korkar, köpeklerimden mi korkar” diye imtihan için Zâtı'nı gizledi. Biz imtihandayız.

            O gizli Zâtı'na "Allah" lafzını tayin etmiştir. Bu takdirde "Allah" lafzı; kemal sıfatlarını, Esmâu-l-Hüs­nâyı, Tekvîn sıfatını, ezeliyet ve ebediyet manasını kuşatmıştır, zira hepsinin ismidir. Onun için her işin başlangıcında بِسْمِ اللّٰهِ «Allah'ın adıyla başlarım.” yahud “okurum” yahud “giderim” yahud “yürürüm” yahud “kalkıp düşerim”... deyin, diye emretmiştir.

            اَلرَّبُّ = «Er-Rabb»; sahib, ıslah edici, üstün reis, hükümdar, tedbirci, kemâle erdirici ve ma'bûd = tapılmaya değer manasındadır. Hakîkat itibariyle "ilah" manasındadır. Bu takdirde rabb olan, ilah... ilah olan, rabb'dir.

            Lüğat olarak «Rabb» kelimesi, Vâcib-ul-Vü­cûd'un ğayri hakkında yani herhangi bir mahluka kullanıldığı takdirde, ancak nekre ve izafe ile kulla­nılır; rabb-ul -beyti = ev sahibi, rabb-ul-beledi = beldenin ulusu gibi..

            En geniş kapsamıyla Rabb olmakla isimlendirilen, hakîkî tasarruf, var etmek, yok etmek, tedbir etmek, yaşatmak, hâkim olmak sıfatlarını kuşattığı için, ulûhiyeti = kendisine tapılmayı gerektirmektedir. Onun için yukarıda «Rabb olan, ilah... ilah olan, rabb'dir.» dedik.

            اَلرَّبُّ = «Er-Rabbu» diye Rabb kelimesi, izafesiz ve ma'rife olarak sadece "Allah" hakkında kullanılır; اَلاِلٰهُ = «El-İlah» gibi.

            Allah Teâlâ'nın Esmâu-l-Hüsnâsı'nın hepsi ma'­rife olarak kullanılır, nekre kullanılmaz. Böylece kul hakkında kullanılabilen bir deyim, Esmâu-l-Hüsnâ olarak kullanılmaz. Nitekim sadece "rabb-us-semâi" denilmez. Rabb, izafesiz olarak da dua ve yalvarışta kullanılır; "Yâ Rabb" gibi. Çünkü çağrılmasıyla ma'ri­fe olur = tanıtılmış olur.

             لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ= «Lâ ilâhe illallah»ın manası nedir?

            “Allah'tan başka gerçekte kendisinden korkulan ve sevilen, dolayısıyla kendisine tapılan hiçbir rabb ve ilah = tapınak yoktur.” demektir.

            8-Tevhîd-i Rubûbiyet nedir?

               Tevhîd-i Ulûhiyet nedir?

            Her mü'minin "Lâ ilâhe İllallah" dediğinde, اَلاِلٰـهُ «El-İlah» yahud اِلٰهٌ «ilah», اَلرَّبُّ «Er-Rabbu» ve اَللّٰهُ «Allah» lafzı olmak üzere bu üç kelimenin gerçek manasını bilmesi farzdır. İş böyle olunca, Tevhîd-i Rubûbiyet, var etme, yaşatma nimetlerini bağışla­masından dolayı, tapılmaya değer kazanan ve lâyık olan Rabb'in = Zât'ın hakîkî tasarrufu, var etmesi, yok etmesi, tedbir etmesi, yaşatması, hâkim olma­sıyla tekleşmesine; Tevhîd-i Ulûhiyet ise, bu sebeb­le tapılan Zât'ın, Ma'bûd'un, Esmâi-l-Hüsnâsı'yla = güzel isimleriyle, tapılmasıyla tekleşmesine inanmak demektir.

            Diğer ifadeyle “Şu kainatı yaratan, bir kısmını av gibi, bir kısmını avcı gibi yapan, yarattığına rızkını veren, avı avcısına ilhamla = iç doğuşla tanıtan, Rabb'dir; Bir Tek'tir.” diye inanmak, yani bunun doğ­ruluğuna hüküm etmek, Tevhîd-i Rubûbiyet'tir.

            Aynı zamanda Tevhîd-i Rubûbiyet dolayısıyla, yani yaratıcı, yürütücü, öldürücü, kurtarıcı olduğu için sadece Kendisi'ne tapmak, namazla, oruçla, ze­katla saygı göstermek de Tevhîd-i Ulûhiyet'tir. Hâ­sılı, tek Rabb'e inanmak, Tevhîd-i Rubûbiyet; aynı zamanda Kendisi'ne tapmak, Tevhîd-i Ulûhiyet'tir; birbirinden ayrılmaz. «Allah» lafzı, iki Tevhîdin ma­nasını kapsayan özel isimdir.

            9-“Hudâ” kelimesiyle akideye başlarken Şeyh İbrahim Hakkı, Tevhîd-i Ulûhiyete; “Rabb'imdir” de­yişiyle de Tevhîd-i Rubûbiyete ve aynı zamanda Es­mâi-l-Hüsnâ'dan اَلرَّبُّ «Er-Rabbu» kelimesinin kullara sığınak oluşuna işaret etti. Yani kul: “Ya Rabbî!” dediği zaman, imanı, ihlası ve net söylemesi nisbe­tinde deyişi kalıplaşır, parlar, yükselir, kabul dergâ­hına varır, Allah Teâlâ: “Kulum, Zâtım'ı kendine sığı­nak etti.” diye kabul eder ise, اَلبَرُّ «El-Berru» ismiyle = bütün ihsan ve lütfuyla kulunu kucaklarcasına korumasıyla tecelli eder, tasarruf eder. Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah, kulun «Ya Rabb!» deyişinin, lutuf ve ihsan kapılarının açılışı olduğunu öğretti.

            10-İslam lafzının bilinmesidir. İslam, lüğatte: “Zâ­hirde azalarla boyun eğmektir; beraberinde iman ol­sun, olmasın.”

            Şeriatte ise, iki sûrette kullanılmıştır:

            1-Lüğat manasında,

            2-Istılâhî manasında. Yani içtenlikle boyun eğ­mek, yaratanın emr ve yasaklarına teslim olmaktır. Hanefîlerin hepsi, ehli hadis ve Mu'tezilenin ittifakıy­la; iman ve islam, ikisi, birdir. Nitekim bu mesele müstakil olarak gelecektir. Yani kalben, aklen, gizlide dahi inandığı için boyun eğmeye iman, bedenen fiile geçirmeye de islam denilir. Mesela namazın farz olduğuna şübheden ârî inanmak, iman; bilfiil kılmak, islamdır.

            11. mesele, «din» kelimesinin bilinmesidir. «Din, insanı yaratılışının hakîkatinden haberdar eden, Allah tarafından kullara sevkedilmiş bir kanundur.» Gerçek şu ki, peygamberlerin Allah Teâlâ tarafından insanlara getirmiş oldukları İlâhî kanun; zabtolunup yazılmak itibariyle millet, âdet gibi tatbik olunduğu ve tatbik de haliyle makbul görüldüğü cihetle din, gizli ve aşikârede ona boyun eğildiği için yani inki­yaddan dolayı İslam, kalben tasdîk olduğu itibarla iman ve itikad, ayrıca kanun olarak milletin ittifakıyla makbul görüldüğü, kâfi inanıldığı cihetle şeriat kelimeleriyle ifade olunur ve tarif edilir = diye tanıtılır. Bir sonraki beytte izahı gelir.

            Din, bizim nereden geldiğimiz, nereye gidece­ğimiz, ne yapacağımızdan bizi haberdar eder.

            Din olarak iman etmenin başlangıcı, Allah Teâlâ'
ya, elçilerine, kitablarına ve meleklerine inanmaktır. Burada imanın dört rüknü tamamlanmıştır. Beşincisi, ahiret gününe inanmaktır, gelecektir.

بِــزِمْ پَـيـَمْـبَـرِكْ اَحْكَـامِـى شَرْعِى اُويْـلَه بَـاقِــيـدِرْ

كِه اَهْلِ مَحْشَرِى بُو شَرْعِلَه فَصْل اِيدَه جَكْ اَللّٰهْ

«Bizim Peygamber'in = Peyamber'in ahkâm-ı şer'î öy­le bâkîdir

Ki ehli mahşeri bu şeri'le fasledecek Allah»

            Bu beytin şerhinde dînin tarifi gelecektir.

            İslamın rükünleri ise, İbrahim Hakkı rahime­hullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evlad­lara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

            Ezelden ebede kadar kimden, nerede, ne gibi güzele mukabil güzel övgüler oldu ise cümlesi, mutlak hüküm ve hâkimiyet sahibi, insanın aklına ve gö­zönüne gelen tüm sûretlerden münezzeh, âlî, اَلقُدُّوس = «El-Kuddûs», Rubûbiyet ve Ulûhiyeti'ne yakışmayan her türlü vasıftan pak, اَلسَّلاَم «Es-Selâm» olan Allah Teâlâ'ya mahsustur. Zira O bizi lutf-u keremiyle insan olarak şerefli yarattı, iman ve İslam nimetiyle aziz kıldı.

            Allah Teâlâ'nın bütün rahmetleri, bütün eminlikleri, mahlukunun efendisi ve ulusu, büyük himmetler sahibi Muhammed'in üzerinde olsun. Şerefli ashab ve âlinin üzerinde olsun. Ve bu rahmet, gece gündüzün devam ettiği, insanlar kabirlerinden kalkıp mahşere kıyam ettiği zamana kadar devam etsin.

            Bundan sonra hakîkî fakir İbrahim Hakkı el-fakî­rî = şeyhi İsmail Fakîrullah'ın mensubu diyor ki: EY AZİZ EVLADIM!

            Denilse ki: İslamın rükünleri kaçtır?

            De ki: 1-Allah Teâlâ'dan başka Hak Ma'bûd olmadığına şahadet etmemle birlikte Muhammed sal­lallâhu aleyhi ve sellem'in de O'nun kulu ve rasûlü olduğuna şahadet etmemdir.

            2-Beş vakit namazı yerli yerinde ta'dîl-i erkanla devamlı kılmamdır.

            3-Ramazan orucunu tutmamdır. Yani niyetle bir­likte fecrin doğuşuyla güneşin batışına kadar, yemek, içmekten, cinsî münasebetlerden, orucu bozan her türlü müfsidlerden sakınmamdır.

            4-Zekatı müstehaklarına vermemdir. Zekat da, nisaba giren mallarımdan belli bir cüz'ü Kur'an'da belirlenen sınıflarına mülk ettirmemdir.

            5-Güç bulunması, yolun da selâmetli olması şartıyla haccetmemdir.

            İslam'la mükellef olmanın şartı, akıl, erginlik ça­ğına ulaşmak, İslam Dîni'nden haberdar olunması ve imkan derecesinde yapmak gücüdür.

عَقَايِدْ اِيچْرَه اَهْلِ سُنَّـتْ اُولْدِى مَذْهَبِمْ جَمْعَا

عَمَلْـدَه بُو حَنِيــفَه مَـذْهَبِـيـدِرْ مَـذْهَبِمْ وَاللّٰهْ

(2)    Akâid içre Ehli Sünnet oldu mezhebim cem'â

         Amelde bu Hanîfe mezhebidir mezhebim vallah.

İ'tikadlar içerisinde gittiğim yol, Ehli Sünnet vel'Cemaat mezhebidir ve yalnız o haktır. Amelî tatbîkatta ise, Ebû Hanîfe rahimehullah'ın görüşleri mezhebimdir. Buna Allah'a andederim.

            Bu beytte beş mesele vardır:

            1. mesele, akâid, akîde: “Kaziyenin doğruluğuna hüküm etmek ve hükmüne bağlı kalmak” demektir.

            İ'tikadda imamımız, yani Dînimize aklî ve naklî delillerle nasıl inanacağımızı bize öğreten, Hicrî 333'te vefat eden Ebû Mansûr Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd el-Mâturîdî'dir.[[1]] İmam Mâtu­rîdî'nin çıkarıp hazırladığı aklî ve naklî delillerle ina­nıp hükmedenlere Mâturîdî derler.

            Amelde imamımız, yani dînin tatbîkâtını bize öğ­reten, Hicrî 80 senesinde doğan ve 150'de vefat eden Nu'mân bin Sâbit İmâm-ı A'zam = Büyük İmam'dır. Bu tatbîkatta olanlara Hanefî derler.

            Ayrıca ameli öğretmekte zamanımıza kadar mezhebleri = gittiği yolları devam eden Hicrî 93'de doğan ve 179'da vefat eden İmam Mâlik, Hicrî 150'de doğan ve 204'te vefat eden İmam Şâfiî, Hicrî 164'de doğan ve 241'de vefat eden İmam Ahmed de vardır.

            Bunların itikadda imamları, Şâfiî mezhebinde yetişen Şeyh Ebu-l-Hasen el-Eş'arî'dir. Dîne, İmam Eş'arî'nin çıkarıp hazırladığı aklî ve naklî delillerle inanıp hükmedenlere Eş'arî derler.

            2. mesele mezheb meselesidir. Mezheb imamla­rı aynı zamanda i'tikadda da imamdırlar. Ancak meseleyi izah eden Ebû Mansûr Mâturîdî ve Ebu-l
-Hasen el-Eş'arî[[2]] olunca, bir de zamanlarındaki din düşmanlarına aklî, naklî delilleri bir araya getirince, bütün ümmet bunların aklî ve naklî delillerini kabul etti. Zamanımıza kadar onların ardınca gidenlere «Ehli Sünnet vel'Cemaat» denilmektedir.

            3. mesele, Ehli Sünnet vel'Cemaatin tanınması meselesidir. Gerek içten ve gerek dıştan insanların zihinlerini bozan birçok inançlar vardır. Bunca inanç­ların içerisinde en doğrusu, Ehli Sünnet vel'Cema­atin tercih ettikleri yoldur = mezhebdir.

            Ehli Sünnet vel'Cemaat de, ashab, tâbiîn ve te-be'-i tâbiînden müteşekkil üç tabaka ulemâ ve bu­güne kadar onlara uyan, yollarını takib edenlerdir.

            Ehli Sünnet vel'Cemaat, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den ümmetine hadisleri, Kur'ân'ın tefsirini, fıkıh, yani helal, haram hükümlerini, i'tikâdî iman meselelerini = ilm-i Tevhîdi = ilm-i sıfatı, tasavvuf yani zikir ve ahlakla nefsi kemâle erdirmesi yol­larını, siyer ilimlerini yani kendisinden dînî meselesini naklettiği ve kendisinden dînini öğrendiği ho­casının = şeyhinin ve silsile olarak Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e varıncaya kadar şeyhinin şeyhinin, buluğ çağından itibaren vefatına kadar metodoloji olarak hayatını bilen ve tanıyan, ilmini nakledendir, ashab, tâbiîn ve tebe'-i tâbiîn olmak üzere üç asırda yaşayan ulemâsının şereflerini bilen, koruyan, tanıyandır. Ve bu haslet, müslüman­lardan başka hiçbir millette bulunmamaktadır. Onun için İslam düşmanları bütün bataryalarını bu meseleye yöneltirler.

            4. mesele, ihtilaf ve ittifak meselesinin bilinmesidir.

            O Ehli Sünnet vel'Cemaat ulemâsına inanç öl­çülerinde uymayan kimsenin imanı, ya yoktur veya zaiftir. Hepsine ehli bid'at denilmektedir.

            Ehli bid'at = bid'atçi de, dinden olmayan şeyleri dindenmiş gibi inanan yahud yapandır. Bu takdirde inançta muhalif olanla aslâ birleşilemez. Çünkü ilm-i usûl-u din = ilm-i sıfat = ilm-i Tevhîd = ilm-i kelam = temel olan inançta muhalif, Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri, Âişe radıyallahu anhâ'dan nakledilen, sened ve tevatürle bize ulaşanمَنْ اَحْدَثَ فِى اَمْرِنَا هٰذَا مَا لَيْسَ مِنْهُ فَهُوَ رَدٌّ “Kim şu bizim işimizde = dînimizden olmayan bir şey icad ederse, kendisi de, ihdas ettiği şey de reddedilmiştir.” mealindeki hadisten dolayı mutlak dalâlettedir.

            Mâturîdînin, Eş'arînin, Hanefînin, Şâfiînin, Mâli­kînin hepsinin, Hanbelîlerin kısm-i a'zamîsinin ve ilk iki asırda yaşayan tüm müslümanların dînî i'tikad­ları, inançları birdir, bölünmez bir bütündür, hilaf ve ihtilafa mahal değildir.

            Allah Teâlâ'nın, varlığında, birliğinde ihtilaf, inan­mak yahud inanmamak, meleklerin varlığını kabul etmek yahud etmemek, kitabların hükümlerini yeterli görmek yahud görmemek, tüm peygamberleri kabul etmek yahud etmemek, ahiret günü vardır yahud yoktur diye ihtilaf etmek, birbirinin zıd istikametine giden  yol gibi ittifakı engeller. Muhalife “Sen de haklısın” denilemez; “Hak benim davamdır, seninki bâtıldır” denilir.

            Amma temel i'tikâd ve inanç meselesinde değil de, furûatta yani amelî tatbîkatta ihtilaf ise zarar­sızdır, bilakis rahmettir, yani

 

ittifaktan sonra, aynı istikamete dört gidişli tek yolun paylaşılmasında ihtilaf ittifaka engel değildir. Çünkü ihtilaf sadece yolun paylaşılmasında gerçekleşmiş­tir. Bu ihtilaf ise zararsızdır. Son son Şâfiî, Hanefî, yol paylaşmasında çekiştikleri zamanda, “Sen de haklı, ben de haklı, amma ben daha haklı”; diğer ifa­deyle “En azında benim davam da haktır.” der. İşte bu itibarla İbrahim Hakkı:

«Akâid içre Ehli Sünnet oldu mezhebim cem'â = bir­leşti, bütünleşti.

Amelde bu Hanîfe mezhebidir = tekleşti mezhebim Vallah.» dedi.

            Amel etmekte mezhebim tekleşince, Ebû Hanîfe rahimehullah'ın ölçüleri ne ise, ona göre ibadet ve taati fiile geçiririm, amelimi tatbik ederim.

            5. mesele, tevatür ve senedle gelen Kur'an ve hadîsi, senedle almak meselesidir. Yani, kendi kafamdan çizmiş olduğum plâna göre değil, dînimi te­vatür ve senedle geldiği gibi senedle alırım, Ehli Sünnet vel'Cemaatin anlayışıyla anlarım, onlar gibi inanırım, amel ederim. Binaenaleyh kendi anlayı­şıyla Kur'an ve hadîsi yorumlayan, kafir olmasa bile, korkunç bir tehlikeye girer.

            Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul
-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:

            Denilse ki: Ey imam, sen imam olduğuna göre cemaat sana uyuyor, anladık. Sen cemaat için mi namaz kılıyorsun yahud kendin için mi namaz kılı­yorsun?

            De ki: Elbette ben kendim için namaz kılıyorum. Amma cemaate imam olacağıma da niyet ediyorum.

            Denilse ki: Şu halde cemaat sana uyuyor diye anladık. Sen kime uyuyorsun?

            De ki: Ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in tarif ettiği namazı kılmamla kendisine uyuyorum. Ve imamım, Kur'an ve Sünnet'tir.

            Burada bir incelik var: Şeyh İbrahim Hakkı,
imamdan soruyor: “Kime uyuyorsun?” diye. Ceva­bını da kendisi veriyor: “Ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in tarif ettiği namazı kılmamla kendisine uyuyorum. Ve imamım, Kur'an ve Sünnet'tir.” diye. Amma izahı şudur: İmam namaz kılarken, Kur'an'da, Sünnet'te nasıl namaz tarif edilmiş ise, o tarife uymayı düşünür; kendisinin de böylelikle Allah Azze ve Celle'nin huzurunda olduğunun şuurunda olursa, evet, imamı olan Kur'an ve Sünnet'e uymuş demektir ve namazı sahihtir.

            Amma cemaati için namaz kılarsa, beğensinler diye sesini dalgalandırır, ihtiyacdan fazla yükseltir, horozun ötüşü gibi ayetlerin sonunda nağme yaparsa, cemaate namaz kılmıştır, Allah'a namaz kılma­mıştır. İmamın kendisini yahud da cemaatin onu be­ğenmesi olmuştur; ve namazı fâsiddir. Bunun için hemen akabinde,

            Denilse ki: Cemaatin namazı seninle tamam­lanır, anladım. Fakat senin namazın neyle tamam­lanmış olur?

            De ki: Yine namazım Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'in şeriatiyle tamamlanmış olur.

            Denilse ki: Namazda imamının Ayet ve Sünnet olduğunu anladım. O halde kaç imamın var?

            De ki: Namazda beş imamım var: Cesedimin imamı, mihrabdır. Kalbimin imamı, Allah Teâlâ'nın namazda yönelinmesi için tayin ettiği Ka'be-i Muaz­zama'dır. Ruhumun imamı, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'dir. Anlayışımın imamı, Kur'ân'ın hükümleridir. Aklımın imamı, Allah Teâlâ'nın Arşı'dır. Yani amelim Arş'a yükselir; orada kabul edilirse, kabulünün imamı Arş olur. Ve kim böyle namaz kılarsa, vesveselerden, Biiznillah kurtulur.

دَخِـى ذُرِّيَّـتِـيِـمْ حَـضْــــرَتِ اٰدَمْ نَبِـيــنِكْ هَـــــمْ

خَلِيـلِكْ مِلَّتِييِمْ دَخِى قِبْلَه مْ كَعْبَه بَيْتُ اللّٰهْ

 

(3)   Dahî zürriyetiyim Hazreti Âdem Nebî'nin hem

        Halîlin milletiyim dahi kıblem Ka'be Beytullah

Aynı zamanda Hazreti Âdem aleyhisselâm'ın neslindenim.Ve İbrahim aleyhisselâm'ın milletindenim. İbadetlerde yöneleceğim yer, Ka'be Beytullahtır.

            Şeyh İbrahim Hakkı Hazretleri, bu beytte dahi feylesoflara hilafla üç meseleyi izah ederek, Allah Teâlâ'ya iman etme yollarını, keyfiyetini göstermektedir:

            1. mesele, iman etmenin birinci yolu, insanın, maymundan veya herhangi bir mahluktan değil, Allah Teâlâ'nın yeryüzüne halîfe olarak yaratmış ol­duğu Âdem aleyhisselâm'ın neslinden olduğuna inanmaktır.

            Bütün peygamberler bunda ittifak etmektedirler. Hatta bütün insanlar, müttefik idi; Fransalı Lamark ve ona uyan Darwin çıktıktan sonra ihtilafa düştüler, rahatlıkla diyebiliriz.

            2. mesele, nesebde Âdem aleyhisselam, baba olduğu gibi, Tevhîdde de üstün rehberin İbrahim aleyhisselam olduğuna inanmaktır. Doğrusu İbrahim aleyhisselam, Tevhîdde, müslümanlara, hatta ehli kitaba baba mesâbesindedir. Zaten Âdem aleyhis­selâm'ın dîni de Tevhîd idi, şirk, küfür bid'ati bilahare çıktı diye izah ettik.

            3. mesele Tevhîd-i cihet meselesidir. Bu ciheti tayin eden Ka'bedir. Vahdet, Ka'betullah'a yönelmekle meydana gelir.

            Ka'beden başka yerlere yönelen veyahud yö­nelmek isteyenin i'tikadı bozuktur, küfrüne hükmedilir. Demek ki, ictimâî hayatta, müslümanların tüm cemaatlerinin hayatta ve ölümden sonra yüzlerinin kendisine yönelmesi gereken sadece Ka'be-i Muaz­zama'dır. O halde bunun için şerefini bilmek de, ayrıca iman yoludur.

            Kısa olarak, İbrahim Hakkı Hazretleri rahime­hullah iman yolu için on dokuz meseleyi ortaya koyduktan sonra, Allah Teâlâ'nın Ulûhiyet, Rubûbiyet ve sair sıfatlarını beyan etmeye başlıyor.

 

KONUYLA İLGİLİ BİLİNMESİ GEREKEN
SORU – CEVABLAR

Burada alınması gereken, yine İbrahim Hakkı rahimehullah'ın, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinden, sorulu cevablı birkaç hakîkatleri aziz gençlerimize tercüme edelim:

            Aziz evladım!.. Denilse: “Sen mü'min misin?”

            De ki: “Elhamdu Lillâh, ben mü'minim.” Kesinlikle “İnşâallah ben mü'minim.” deme.[[3]]

            Denilse: Ne zamandan beri sen mü'minsin?

            De ki: «Kâlû belâ» denilen günden beri.

            Denilse: Neymiş dediğin «Kâlû belâ»?

            De ki: O zamandır ki, Allah Teâlâ, Âdem aley­hisselâm'ın sulbünden tüm insanların ruhlarını zerrecik sûreti üzerine yaratmıştı; o zamanda onları mükellef kılmıştı. Karşısına alıp kendilerine: “Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?” diye hitab etmişti. Mü'­minleri, kafirleri, hepsi: “Evet, Rabb'imiz olduğunu itiraf ederiz.” diyerek yekpâre halinde secde ettiler.  Ne var ki kafirler ahidlerini = sözleşmelerini boz­dular. Mü'minler, İslam fıtratı = yaptıkları sözleşme üzerine kaldılar.

            Denilse: İmanın başı nedir?

            De ki: Lâ ilâhe illallah, Muhammed-ur-Rasû­lullah'tır.

            Denilse ki: Allah'ı nasıl tanırsın? Bilirsin?

            De ki: Kemal sıfatlarıyla vasıflanmakla, noksan sıfatlardan pak olmaklığıyla tanırım.لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ
فِى الاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَٓاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ “Yerde ve gök­te aslâ benzeri yoktur. O, her âvâzı işitici, her zerreyi görücüdür.” olmaklığıyla bilirim.

            Denilse ki: Yerden gökten önce Allah Teâlâ ne yarattı?

            De ki: Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in nurunu yarattı.

            Denilse ki: Kimin zürriyetindensin?

            De ki: Babamız Âdem aleyhisselâm'ın zürriyetindenim.

            Denilse ki: Kimin milletindensin sen?

            De ki: İbrahim Peygamber aleyhisselâm'ın milletindenim.

            Denilse ki: Kimin ümmetindensin sen?

            De ki: Rasul ve nebîlerin sonuncusu Muham­med sallallâhu aleyhi ve sellem'in ümmetindenim. Allah'ın rahmetleri, bereketleri tüm enbiyânın üzerinde olsun.

            Denilse ki: Kimin mezhebindensin sen?

            De ki: Ehli Sünnet vel'Cemaatin mezhebindenim. Ehli Sünnet vel'Cemaatten de, ashab, tâbiîn, tebe'-i tâbiîn olmak üzere hayrlı iki asırda yaşayan cemaatini teşkil eden âlimleri demek istedim. Allah Teâlâ hepsinden razı olsun.

            Denilse ki: Amelde kimin mezhebindesin?

            De ki: Hicrî 150'de vefat eden Nu'mân bin Sâbit yani İmâm-ı A'zam'ın mezhebindenim. Yahud Hicrî 204'te vefat eden Muhammed bin İdris eş-Şâfiî
el-Kureşî'nin mezhebindenim.

            Denilse ki: Mezhebler kaçtır?

            De ki: Dört mezhebdir. Birincisi, İmâm-ı A'zam Nu'mân bin Sâbit el-Hanefî, ikincisi, Muhammed bin İdris eş-Şâfiî el-Kureşî, üçüncüsü, Hicrî 179'da vefat eden Mâlik bin Enes el-Esbahî, dördüncüsü, Hicrî 241'te vefat eden Ahmed bin Hanbel, imamlarımız­dır, Allah hepsinden razı olsun. Bunların gittikleri yol, yani mezhebleri haktır, dosdoğrudur.

            Denilse ki: İmam Şâfiî, kimden ilmini almıştır?

            De ki: İmam Nu'mân el-Hanefî'nin kitabından, o da İbrahim en-Nehaî'den, o da Alkame'den, o da Abdullah İbni Mes'ûd radıyallahu Teâlâ anhu'dan, o da Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'den, o da Cibrîl aleyhisselam'dan, o da Allah Azze ve Celle'den.[[4]]

            Denilse ki: Din ve millet nedir?

            De ki: İkisi, bir tek şeydir. İkisi birlikte, Ehli Sün­net vel'Cemaatin akîdelerine = doğru ve gerçek ol­maklığına hüküm etmenin tümüne isimdir.

            Denilse ki: Ümmet nedir?

            De ki: Enbiyâ-i kirâm aleyhimussalâtu vesse­lâm'ın tâbi'leridir. Ümmetçilik ise «tâbi'lerindenim» diye davasını açıklamaktır.

            Denilse ki: Mezheb nedir?

            De ki: Kitab yani Kur'ân'a, Sünnet yani Peygamber'in sözüne, fiiline ve takrîrine ve ümmet ule­mâsının söz birliğine tıpatıp muvafık çalışmaktır.

            Müctehid, görüşünü Kur'ân'a, Sünnete ve üm­met ulemâsının söz birliğine tıpatıp uydurmaya var gücüyle çalışandır.

 

ALLAH TEÂLÂ'YI İSİM VE SIFATLARIYLA
TANIYIP KENDİSİ'NE İMAN EDİYORUZ

Allah Teâlâ'nın, subûtî ve selbî olmak üzere iki kısım sıfatı vardır:

            Sıfat-ı subûtiye, düşünülmesi müsbet, manaları müsbet; selbiye ise, manaları menfî demektir. Ya­hud selbî, manası müsbet ise zıddı menfî demektir.

            Sıfat-ı subûtiye = müsbet sıfatlar da, sıfat-ı su­bûtiye-i i'tibâriye ve sıfat-ı Zâtiye-i i'tibâriye olmak üzere iki kısımdır:

            Sıfat-ı subûtiye-i i'tibâriye yani var olmaları sebebiyle aynı sıfatla vasıflanan Zat da var olan;

            1-Vücud; yani var olmak. Allah Teâlâ'nın varlığı, Kendi Zâtı'dır. Yani Zâtı'nın var olmasının, ğayra ih­tiyacı yoktur, tam hayat sahibidir. Bu manayla, bu sıfata, nefsî sıfat denildi.

            Mahlukun varlığı öyle değil, birçok şartlara bağ­lıdır.

            2-Kıdem; yani mevcûd-u hakîkî olan Allah Teâlâ'
nın ezelî, daha doğrusu başlangıcı düşünülemeyen olması..

            3-Bekâ; dâimî ve ebedî olması..

            4-Kıyâmun binefsih; Zât'ıyla var olup, başkasına asla muhtac olmaması. Bilakis başkası O'na muh­tacdır.

            5-Vahdâniyet; ikincisi olmayan ve birlerin içerisine girmeyen bir tek olması..

            6-Muhâlefetun lilhavâdis; aklımıza, gözümüzün önüne, vehim ve hayalimize gelen tüm sûretlere muhalif, daha doğrusu benzersiz olmaklığı demektir.

            Sıfat-ı Zâtiye-i i'tibâriye ise;

            7-Hayat; diri olmak,

            8-İlim; bilmek,

            9-Semi'; işitmek,

            10-Basar; görmek,

            11-İrade; dilemek,

            12-Kudret; güç sahibi olmak,

            13-Kelam; konuşmak,

            14-Tekvîn; mahluku var etmek ve belli bir nizama tâbi' tutarak yaşatmak ve yok etmek sıfatlarıdır.

             Sıfat-ı subûtiye-i i'tibâriye'nin zıdlarına selbi sı­fatlar denilir.

            Eğer "selb", "fâil" manasında ise, sıfatın manası mu'teber; zıddı ğayri i'tibârîdir. Bu takdirde "Vücud ve sonraki beş sıfat" selbî, yani manasının zıddını geçersiz kılan sıfat olur.

            Şayed "selb", "mef'ûl" manasında ise –ki İbra­him Hakkı'nın tercih ettiği yol da budur– bu takdirde "i'tibârî olmayan sıfatlar" selbî, yani manası menfî ve geçersiz kılınan sıfatlar'dır.

            İbrahim Hakkı'nın, aşağıdaki beytlerde selbî sı­fatlardan başlamasının sebebi, menfî sıfatların müs­bet sıfatlardan önce olmasındandır. Kıymetli eşya­nın konulacağı yer, her türlü lekelerden tahliyeyle hazırlanıp temizlendiği, sonra kıymetli eşya konul­duğu gibi, zihin ve aklı önce, hayal ve vehmin darbesinden temizlemek gerekti. Bunun için Şeyh İb­rahim Hakkı rahimehullah, öncelikle selbî sıfatlardan bahsedecek.

            Binaenaleyh bunları selbetmeksizin Allah Teâlâ'
ya inanmak, iman sayılmaz. "Âmentü Billah" deyişi­mizde Allah Teâlâ'nın Zât-ı Şerîfi'nin, cinsi, nev'i olmadığına, mesela «nasıl, ne kadar, nerde, nedir» kelimelerine cevab olmadığına, bu kelimelere cevab olabilecek şeyin tapınılmaya değer kazanmayaca­ğına, müstehak olmayacağına, O Hak Ma'bûd'u bu tür vasıflardan yüceltmek, temizlemek gerektiğine inanmak gerekir. Sonra sıfat-ı subûtiye isnad etmek gerekir.

            Selbî ve ğayri i'tibârî sıfatlar yirmidir. Şöyleki:

بُولُنْمَزْ رَبِّمِكْ ضِدِّى وَنِدِّى مِثْلِى عَالَمْــدَه

وَصُورَتْدَنْ مُنَـــزَّهْدِرْ مُقَدَّسْـــدِرْ تَعَــالَى اللّٰهْ

(4)  Bulunmaz Rabb'imin zıddî ve niddî mislî âlemde

        Ve sûretden münezzehdir mukaddesdir Teâlallah

Âlemde, Rabb'imin zıddı, benzeri, ortağı yoktur. Rabb'im Teâlallah, sûretten münezzehtir, paktır, yü­cedir.

            Bir şeyi tanımak, o şeyin ya zâtını görmek ya sıfatlarını bilmek yahud da zıddını görmek yahud zıddının sıfatını bilmekle mümkün olur.

            Allah Teâlâ'nın cinsi, nev'i, zıddı, Zâtı'nın görül­mesi, aklen de şer'an de mümkün olmayınca, O'nu Esmâi-l-Hüsnâsı'yla, sıfatlarıyla tanımak farzdır. İn­sana ilk farz da Allah'ı tanımaktır.

            Tanınan zâtın da, hakkında muteber olan ve ol­mayan birçok vasıflar vardır.

            Allah Teâlâ'yı da tanımamız için her şeyden ön­ce, O'nun şanına layık olmayan tüm sıfatları selbet­mek gerekir.

            Şeyh İbrahim Hakkı kuddise sırruh, manzûme­sinin başında, Rabb Teâlâ'ya inanmanın yollarını gösterdiği gibi, bu beytten itibaren Rabb Teâlâ'ya nasıl inanacağımızın yolunu da göstererek, her şey­den önce Rabb Teâlâ'nın tenzîhinin gerekliliğini açıklayıp selbî sıfatlarını sayıyor; şirkten kurtuluş için. Her mü'min, Allah Teâlâ'nın hakkında muhal olan selbî sıfatlarını bilmelidir ki şirke girmesin.

شَرِيكِـى يُوقْ بَرِيدِرْ طُوغْمَادِينْ دَخِـى طُـوغُورْمَـــدَنْ

اَحَدْدِرْ كُفْوِى يُوقْ اِخْلاَصْ اِيچِنْـــدَه ذِكْر اِيدَرْ اَللّٰهْ

(5)   Şerîki yok berîdir doğmadan dahi doğurmadan

        Ehaddir küfvi yok İhlâs içinde zikreder Allah

Rabb'imiz, altı i'tibâriye ve sekiz subûtiye sıfatla vasıflandığı için şerîki, ortağı yoktur. Doğmaktan, doğurmaktan münezzehtir = paktır. Bir Tek'tir; dengi yoktur. İhlas Sûresi içinde Allah Teâlâ sıfatlarını böylece bildirdi.

            Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, Kureyş kabilesini, dolayısıyla insanların tümünü, Tevhîde = ikincisi olmayan ve aded içerisine girmeyen âlemlerin yaratıcısının Bir Tek olduğuna inanmaya = اَللّٰهُ اَحَدٌ «Allah Tek Bir'dir» kaziyesinin doğruluğuna hüküm etmeye, gerek Üzeyr, Îsâ gibi duaları makbul peygamberlerin, gerekse tabiî olaylarda sebeb olan gezegenlerin, tüm illet ve sebeblerin, yaratıcı olma­dığını, bilakis bunların hepsinin yaratılmış olduğunu, yeri göğü yaratanın bunları da yarattığını ilan ederek davet edince, Kureyş reisleri, Arab bilginleri şaşkın­lığa uğradılar; Peygamber'e gelerek şöyle dediler: “Bizi Kendisi'ne davet ettiğin ve Kendisi'nden korktu­ğun için aşırı derecede sevdiğin ve ismini söylediğin = andığın ve bu sebeble O'na tapmış olduğun Rabb'i­ni vasıfla, nedir O?”

            Rabb Teâlâ'nın, “Nedir O?” cevabında vukû' bulmayacağını = mukabil olmayacağını bildirerek Allah Teâlâ Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'e: قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ “Habîbim de ki: Sizin Kendisi'nden sor­muş olduğunuz O = Hakîkî Yaratıcı, Rabb, Ma'bûd'un ismi Allah'tır.” buyurdu. Yani Kendisi'ne davet etti­ğim ve Kendisi'nden korktuğum için aşırı derecede sevdiğim ve ismini söylediğim = her zaman andığım ve bu sebeble O'na tapmış olduğum Zât-ı Akdes Teâlâ'nın özel ismi «Allah»tır. Ferd'dir. Benzeri yoktur. Ortağı yoktur. Kendisi'ne işaret edilecek cisim veya madde de değildir. اَللّٰهُ الصَّمَدُ O'ndan bahset­tiğim “Allah, Sameddir = Kendi Varlığı Kendisi'ne kâfi geldiği için hiçbir şeye muhtac değildir, bilakis her şey Kendisi'ne muhtacdır.” Bütün İlletler, sebebler, illet ve sebeble meydana gelen şeylerin cümlesi, Kendisi'ne muhtacdır. لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ “Kendisi ğayrini doğurmadı. Başkasından da doğurulmadı.” Kendisi başkasından, mesela cins ve nevi'den, illet ve sebeblerden oluşmadı, var olmadı. Ve hiçbir şey de, kısım, nevi', cüz olarak Kendisi'nden meydana gelmedi. Her şey «Ol» emriyle var oldu ve var olmak­tadır. Îcad emrini ve imdad yardımını kesmesiyle de, eşya yok oluverir. Kendisi Yaratıcı, Sâni' = Yapıcı, yoktan var edici olduğu için, وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ “Var ettiği mahluktan hiçbir şey Kendisi'ne denk değildir = olmadı.” Demek peygamberler insanları, «Allah var­dır» kaziyesine davet etmediler. Çünkü bu kaziye bedîhîdir = herkesçe malumdur ve aynı kaziyenin hükmü, bütün insanların ruhlarının, kalb ve akılla­rının derin merkezinde vardır = gizlenmekte = yer­leşmektedir.

            Allah'tan başka ne varsa, ya cinstir ya nevi'dir. Yani, ya başkası kendisinden; veya kendisi baş­kasından meydana gelmiştir, ki nerde... nasıl... ne kadar... niçin... neyden?.. kelimelerine cevab olur. İşte Allah Teâlâ, bundan münezzehtir. Zira bu beş soruya sığan, ya enerjidir, ya maddedir, ya da ruhtur; mahluktur, masnû'dur, yaratılmıştır. Allah Teâlâ ise, Sâ'ni'dir, Yaratıcı'dır, Tek Bir'dir.

نَه جِسْـمْ نَـه عَرَضْدِرْ نَه مُتَـحَيِّزْ نَـه جَوْهَـرْدِرْ

يَمَزْ اِيچْمَزْ زَمَانْ گَچْمَزْ بَرِيدِرْ جُمْلَه دَنْ اَللّٰهْ

 

(6)  Ne cism ne arazdır ne mütehayyiz ne cevherdir

       Yemez içmez zaman geçmez berîdir cümleden Allah

Rabbimiz Teâlâ, cisim değil, araz değil; bir mekâna, yer tutmaya ihtiyacı yoktur. Cevher de değildir. Yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez. Hâsılı, mad­de ve sıfatlarının hepsinden Allah Teâlâ münezzehtir.

            Zamanla yahud mekanla gizlenilebilen cevher, cismin, cüssenin kendisinden oluştuğu maddedir. İki madde birleşti mi cisimdir. Birleşmekliği arazdır. Her vasıf da arazdır. Madde, madde olmaklığından çık­maz; araz, araz olmaklığından, vasıf olmaklığından çıkar. Mesela, birleşen iki maddenin, birleşim, vasfı­dır, aynı zamanda arazdır, sûret alır, sûret de araz­dır; iki maddenin ayrılmasıyla yok oluverir. Bu sefer, ayrılmaları, birleşmeleri gibi araz olur.

            İnsan, beden yapısıyla maddelerden terkibleş­miş = çorap gibi dizilmiş, en geniş kapsamıyla bina gibi döşenmiştir.

            İnsan, hayvandan farklı olarak akıl, düşünmek, iyiyi, kötüyü birbirinden ayırt etmek kabiliyetini = gü­cünü kullanmaya sahib olmasıyla iradelidir; isteğiyle hissini fiile dökebilir yahud aksine çekinebilir.

            İnsanda ayrıca ruh vardır. Ruhun var olmasının delili yine akıl ve iradedir.

            Hayvanda hayat = hareket = çoğalmak var, ruh yoktur. İnsanda hem hareket, çoğalma vardır, hem de akıl ve irade vardır. Onun için mükelleftir. Do­layısıyla Rabb'imiz, araz olan

 

تَــبَــدُّلْـدَنْ تَـغَـيُّــرْدَنْ دَخِـى اَلْــوَانُ و اَشْــكَـــــالْــدَنْ

مُــحَـقَّـقْ اُولْ مُـبَـرَّادِرْ بُــودُرْ سَـلْـبِ صِـفَــاتُ اللّٰهْ

(7)  Tebeddülden teğayyürden dahi elvân-u eşkalden

       Muhakkak ol müberrâdır budur selb-i Sıfâtullah

 

Maddeden enerjiye, enerjiden maddeye dönüşen cevher olmaktan, aynı zamanda renklerden, sûret­lerden, gerçekten O berîdir. Allah Teâlâ'nın hakkın­da düşünülmez selbî sıfatlar bunlardır.

 

نَه گُوكْلَرْدَه نَه يَرْلَرْدَه نَه صَاغُ و صُولْ نَه اُوكْ اٰرْدْدَه

جِـهَـتْـلَـرْدَنْ مُـنَــزَّهْدِرْ كِــه اُولْمَازْ هِيچْ مَكَــــانُ اللّٰهْ

(8)  Ne göklerde ne yerlerde ne sağ-u sol ne ön ardda

       Cihetlerden münezzehdir ki olmaz hiç mekânullah

Gökler, yer; sağ, sol; ön ve arka gibi cihetlerden, Rabb'imiz Teâlâ münezzehtir. Cismi olmayanın ciheti de olmaz, mekanı da olmaz.

            İzâfî ve hakîkî mevcud olmak üzere, "iki mevcud = var" vardır. İzâfî; nerde, nasıl, ne kadar, neyden, niçin kelimelerine cevab olabilen mahluktur. Var iken varlığında; yok iken yokluğunda dahi ğayrine muhtacdır; ruh, enerji, madde, cisim, sûret gibi.

            Bunlardan her biri, üç cihetle Yaratıcı'sına delildir. Mesela, yoktan var olan ruh ve enerji ve her ci­sim, kemiyetleşip maddeye nakil... ve sonra belli bir nizama tâbi' olmalarında... hareket ve sükundan iba­ret varlıktan tekrar yok olmalarında... yahud şu ha­yattan bu hayata; şu sûretten bu sûrete naklolunmakta yine ğayrine muhtacdır....

            Tabiî ki, özellikle var oluşundan sonraki niza­mında, ya maddelerin birleşmesiyle cisim olur, kuş gibi... Hareket verilir, uçuş gibi... yahud da kanat­larına renk verilir; şekil gibi... Başlangıçta zamana; hâlihazırda mekâna muhtacdır.

            Birinci ihtiyac, fâile; ikinci ihtiyac ise sebebe muhtacdır.

            Aynı zamanda, cevher ve arazlar, hendesî sure­te ve şekle muhtacdır. Mesela uzun mu, kısa mı; üç­gen mi, kare mi... Bu dahi sebebe muhtacdır.

            Böylece tüm mahluk birbirine sebebdir, birbirine muhtacdır; hiçbiri diğerine fail değildir.

            Hepsinin fâili bir tek'tir: Allâhu Ehad. Bu ise hakîkî mevcuddur..

            Şeyh İbrahim Hakkı Hazretleri şimdi, fıtrî imanın yani «Allah vardır = Yaratıcı vardır» kaziyesinin bü­tün insanların ruhlarının, kalb ve akıllarının derin merkezinde var olduğuna = gizlendiğine = yerleş­tiğine işaret ederek «Hudâ vardır = Yaratıcı vardır = Allah vardır» dedi ve i'tibâriye sıfatlarına başlayarak şöyle buyurdu:

خُــدَا وَارْدِرْ وَلِــــى وَارْلِــغِــــــنَـه يُـوقْ اَوَّلُ و اٰخِــــرْ

يِنَه اُولْ وَارْلِغِيـدِرْ كَـنْـدِيـدَنْ غَـيْـرِى دَكِـلْ وَ اللّٰهْ

 

(9)  Hudâ vardır velî varlığına yok evvel-u âhir

       Yine Ol varlığıdır Kendi'den ğayri değil Vallah

Allah Teâlâ vardır, lâkin varlığına başlangıç ve sonuç yoktur. O'nun varlığı, Kendi'nden başkası değil­dir.

            “Allah'ın varlığı, Kendisi'nden başkası değildir.” ne demektir?

            Mesela, insan vardır. Var olması, ana baba gibi sebeblere = illetlere bağlıdır.

            Var olduktan sonra yemek, içmek, giymek, ba­rınmak gibi şeylere bağlıdır.

            Bağlılığıyla var, bağlılığın kesilmesiyle hiç olur.

            Allah Teâlâ, Zâtı'nda tam hayat sahibi olduğundan ve Kendisi, Kendisi'ne kâfi geldiği için hiçbir se­bebe, illete muhtac değildir. Bilakis O, sebebleri, illetleri yaratır, yürütür, evirir, çevirir. Yani:

 

بُو عَـالَمْ يُـوغِيكَنْ اُولْ وَارْ اِيـدِى فَرْدُ و تَكُ و تَنْهَا

دَكِلْـدِرْ كِمْسَه يَـه مُحْتَـاجْ وَ هَپْ مُحْتَـاجْ غَيْرُ اللّٰهْ

(10) Bu âlem yoğiken ol var idi ferd-u tek-u tenha

         Değildir kimseye muhtac ve hep muhtac ğayrullah

Bu âlem yok iken dahi, O hakîkî mevcud var idi. Tek ve yalnız idi. Şimdi de aynı Varlığı'ndadır. Ve böylece devam edecektir. Artık, Allah Teâlâ ğayrine muhtac değildir. Dâimâ ğayri O'na muhtacdır.

            Hakîkî mevcud, Hâlık Teâlâ'dır yani Yaratıcı'dır. Yaratılan yok iken, O'nun ğayri de yoktu. Yarattığı şeyin adı, âlem ve mahluktur.

            Her mahluk O'na muhtacdır; çünkü ezelî değil­dir. Ezelî olmayan, sonradan var olandır, ki buna hâ­dis denilir. Yani vücudu = varlığı izâfîdir. İzâfî mevcud ise, hâdis ve mahluktur.

            Hakîkî mevcud, ezelî ve kadîm...

            Bu iki mevcud, hiçbir zaman birbirine karışmaz. Çünkü izâfî varlık, yani «Sâni'in masnûu» kaziyesin­de masnû' yani işlenen, ancak Sâni'e nisbet etmekle düşünülür, müstakil olarak düşünülemez; saat, saat­çisiz düşünülemediği gibi; terzilik, terzisiz; tartılan, terazisiz düşünülemediği gibi.

            Pek malumdur ki, sanatsız san'atçı, saatsiz sa­atçi müstakil olarak düşünülebilir.

            İşte böylece yaratılan, Yaratıcı'sız düşünülemez; amma Yaratan Kendisi müstakil olarak düşünülür. İşte bu sebeble işlenilen = masnû' ve sanatçı, saat ve saatçi, terzi ve dikilen elbise, terazi ve teraziyle tartılan şey birleşmediği ve birbirinin içine girmediği gibi, Hâlık Teâla da mahlukuyla birleşmez, mahluku Kendisi'ne, Kendisi de mahluku içine girmez. Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah bunu öğreterek:

اَكَا حَادِثْ حُلُـولْ اِيتْمَزْ وَ بِرْ شَىْ وَاجِـبْ اُولْـمَزْ كِيـــمْ

هَرْ اِيشْــدَه حِكْمَتِـى وَارْدِرْ عَبَثْ فِعْـل اِيشْـلَـمَــزْ اَللّٰهْ

(11)  A'na hâdis hulûl etmez ve bir şey vâcib olmaz kim

         Her işde hikmeti vardır abes fi'l işlemez Allah. dedi.

O'na hâdis, hulûl etmez = bir şey O'nun içine girmez. Çünkü yaratılan mahluk, aynı zamanda mahkumdur, yani Yaratıcı'sının, Hâkim'inin hükmüne bağlı kalmaktadır. Onun için hiçbir şey Allah Teâ­lâ'ya vâcib olmaz = gerekli olmaz, doğrusu, hük­münde mecbur olmaz. Her işte O'nun hikmeti vardır. Elbette Allah Teâlâ başıboş iş işlemez. Binaenaleyh

حُلُولْ اِيتْمَزْ اُو ذَاتْ عَبْدَه وَ هِيچْ بِرْ فَرْدَه ظُلْم اِيتْمَزْ

عِـبَــادِكْ اَصْـلَحِى لاَزِمْ دَكِلْ كِيـمْ خَـلْــق اِيـدَه اَللّٰهْ

 

(12)  Hulûl etmez O Zat abde ve hiçbir ferde zulmetmez

         İbâdın aslahı lâzım değil kim halk ede Allah

O Zat, bir kula hulûl etmez. Ve hiçbir ferde zulmetmez. Kendisi'ne kulunun yararına sebebleri yaratmak gerekmez ki, onu yaratsın.

            Allah Teâlâ, ezelî ve hakîkî mevcud bir Zat ol­duğu için, yaratmış olduğu mahlûkun içine girmez. Mesela, Allah Teâlâ'nın Zât-ı Şerîf'i, Îsâ'ya, Üzeyr'e, şeyhe, kutba girmez, onunla birleşmez.

            Aynı zamanda Allah Teâlâ, bir kimseye zulmetmez. Çünkü zulüm, ğayrinin hakkına tecavüzdür. O'nun üzerinde ğayrin hakkı yoktur ki, hakkına tecavüz etmiş olsun.

            Dilerse mahlukunu, sıhhatli, tam; dilerse hasta ve noksan yaratır. O'nun yaratmasında kusur yoktur. Nitekim nakkâşın nakşının içine girmesi müm­kün değildir. O, mutlak hâkimdir. Niçin şunu noksan, şunu tam yarattığını, O bilir. “Niçin yaptı?” diye sorulmaz da. Çünkü “Niçin yaptı?” diye sorabilmek, ya­panın, ğayrine me'mur olmasını gerektirir yahud iş­çisi olmasını gerektirir. Sümme hâşâ, Allah Teâlâ mutlak Hâkim'dir, Âmir'dir. İşi de, işçiyi de, işvereni de O yaratmıştır. Bundan böyle

اَكَا بِرْ كِمْسَه جَبْـرِيلَه بِرْ اِيشْ اِيشْلَه دَه مَزْ اَصْلاَ

نَه كِيمْ كَنْدِى مُرَادْ اَيْلَرْ وُجُودَه اُولْ گَلُـورْ بِاللّٰهْ

(13)  A'na bir kimse cebrile bir iş işledemez aslâ

         Ne kim Kendi murad eyler vücûda ol gelir Billah

Hiçbir kimse, ne zorla ne yalvarışla O'na cebren iş yaptıramaz. Ne var ki fazl-u keremiyle “Yalvarışları kabul ederim.” buyurmuştur. Kendisi neyi dilerse, o nesne Allah Teâlâ'nın kudretiyle = îcadıyla meydana gelir, imdadıyla hayat bulur.

اٰنِكْ هَرْ بِرْ كَـمَالِى بِـى تَغَيُّرْ حَاصِلْ اُولْمِشْـــدِرْ

 كِه يُوقْدُرْ مُنْتَظَرْ اُولُـنَه جَقْ هِيچْ بِرْ كَمَالُ اللّٰهْ

(14)  A'nın her bir kemâli bîteğayyür hâsıl olmuşdur

         Ki yokdur muntazar olunacak hiçbir Kemâlullah

Allah Teâlâ'nın Zât-ı Şerîf'inin kemâlâtı, Zâtı'yla birlikte ezelîdir; değişmeyi kabul etmez. Çünkü Allah Teâlâ'nın hakkında sonradan meydana gelecek bir kemal söz konusu değildir. اَللّٰهُ الصَّمَدُ “Allah, Samed­dir = Kendi Varlığı Kendisi'ne kâfi geldiği için hiçbir şeye muhtac değildir, bilakis her şey Kendisi'ne muh­tacdır.” diye İhlas Sûresi'ni okuyalım.

 

صِفَــاتِ بَا كَمَالْ اِيلَه اُو دَائِمْ مُتَّصِفْـدِرْ كِيمْ

قَمُو نُقْصَانْ صِفَتْلَـرْدَنْ بَرِيـدِرْ ذُوالْجَلاَلُ اللّٰهْ

(15)  Sıfât-ı bâkemâl ile O dâim muttasıfdır kim

          Kamû noksan sıfatlardan berîdir Zülcelâlullah

Celal ve Azamet sahibi olan Allah Teâlâ, kemal sıfatlarıyla yani nefsî sıfat olarak «Vücud» = Var olmaklığı'yla, beş Subûtiye sıfatı yani Zâtı'nın onlarla vasıflanması sabit ve daimi olan sıfatlar olarak Kıdem yani ezelî olması, Bekâ: dâimî ve ebedî ol­ması, Kıyâmun binefsih: Zât'ıyla var olup, başkasına asla muhtac olmaması, Kendisi Kendi'ne kâfi olma­sı, Vahdâniyet: ikincisi olmayan ve birlerin içerisine girmeyen bir tek olması, Muhâlefetun lilhavâdis: aklı­mıza, gözümüzün önüne, vehim ve hayalimize gelen tüm sûretlere muhalif, daha doğrusu benzersiz olmasıyla, sekiz Zâtî sıfatlar olarak Hayat: diri olma­sı, İlim: bilmesi, Semi': işitmesi, Basar: görmesi, İra­de: dilemesi, Kudret: güç sahibi olması, Kelam: harf ve sesten ârî konuşması, Tekvîn: îcadıyla mahluku var etmesi ve imdadıyla belli bir nizama tâbi' tutarak yaşatması ve sonradan var ettiği şeyi yok etmesi sıfatlarıyla daima vasıflanır.

            Gerek sayılan on dört sıfatların zıddıyla vasıf­lanmaktan ve gerekse mahluka isnadı mümkün olan bütün noksan sıfatlardan berîdir = pak ve münezzehtir.

سَـكِزْدِرْ چُـونْ صِفَــاتِ ذَاتِى عِلْم اِيلَه اِرَادَتْـــدِرْ

حَيَاتُ و قُدْرَتُ و خَلْقْ بَصَرْ سَمْعُ و كَلاَمُ اللّٰهْ

(16)  Sekizdir çün sıfât-ı zâtî İlm ile İrâdetdir

         Hayât-u Kudret-u Halk Basar Sem'u Kelâmullah

Allah Teâlâ'nın Zâtî olan subûtî sıfatları; İlim, İrade, Hayat, Kudret, Halk, Basar, Semi' ve Kelam olmak üzere sekizdir. Bu sekiz sıfata aynı zamanda «sıfat-ı meânî» de denilir. Bu masdar olan sekiz sıfatların ayrıca müştakları, yani sayılan sıfatlardan ayrılma­yan sekiz «sıfat-ı ma'neviyye» daha vardır. İşte onu beyan ederek bize Şeyh İbrahim Hakkı kendisi öğ­retiyor:

عَلِيمْ اُولْدُرْ كِه عِلْمِنَه اِيرِشْمَزْ كِمْسَه نِكْ عَقْلِى

اِحَاطَه اَيْلَمِشْــدِرْ جُمْــلَه بُو اَشْـيَـــايِى عِلْــمُ اللّٰهْ

(17)  Alîm Ol'dur ki İlmine erişmez kimsenin aklı

          İhâta eylemişdir cümle bu eşyâyı İlmullah

Alîm O'dur ki İlmine kimsenin aklı erişmez. Allah Te­âlâ'nın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Alîm, «bilici» demektir, ki sıfatı, ilimdir. Böylece,

مُرِيدْ اُولْدُرْ دِيلَيِجِيدِرْ وَ هَرْ شَىْ اُوزْرَه قَادِرْدِرْ

نَه كِيمْ دِيلَـرْ اُولُورْ پَيْـدَا عَلَى وَفْـقِ مُرَادِ اللّٰهْ

(18)  Mürid Ol'dur Dileyicidir ve her şey üzre kâdirdir

          Ne kim diler olur peydâ alâ vefkı Murâdillah

Müriddir = Dileyicidir. Ve her şey üzere kâdirdir. Ar­tık Kendisi neyi dilerse, O'nun muradına muvafık olarak peyda = var olmuş olur.

            Yani mahluk, bir şey yapmak istediği zaman te­ferruatını düşünür, parçalarını bulur, yapacağını prog­ramlar, karar verir, fiilen çalışır, ondan sonra istediği masnûu, mesela saati, sobayı ortaya çıkarır.

            Allah Teâlâ'nın yaratması böyle değil; sadece, var etmek murad ettiği şeye iradesini = dileğini bağ­lamasıyla şey, mesela atom, zerre, kürre, iradenin, o şeyin yapılışını bağladığı zamanda yahud tayin ettiği zamanda var olur. İmam Eş'arî: “Dileğinden sonra «Kün» = «Var ol» demesiyle olur.” dedi. İş böyle olunca, gerek sanatçıyı ve gerekse sanatçının sanat fiilini, masnûu = yaptığı şeyi, vasıtalı vasıtasız Allah yaratır. İnsanı da, insanın yapageldiği şeyleri de Allah yapar. Bunu dile getirerek ve maddeyi ve insanı fâil bilen feylesofları reddetmek maksadıyla Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah:

 

جَمِيعِ خَيْرُ و شَرِّى اُولْ دِيلَرْ تَقْدِيرُ و خَلْق اَيْلَرْ

وَلِى خَيْرِى سَـوَرْ اٰنْجَقْ كِـه سَـوْمَزْ شَرْلَــــرِى اَللّٰهْ

(19)  «Cemî’i hayr-u şerri Ol diler takdîr-u halk eyler

           Velî hayrı sever ancak ki sevmez şerleri Allah» dedi.

Bütün hayrları, şerleri Kendisi diler; tesbit eder; ya­ratır. Allah Teâlâ, kulunun ancak hayrlı işlerini sever; şer işlerini yine kuluna yaratır, ama sevmez.

            Yani dilemek ayrı, sevmek ayrıdır. Allah Teâlâ, kulunun işlediği hayr ve şerri diler. Hayr işleme­sinden hoşnut ve razı olur; mükafatlandırır. Şer işle­rini de, yine diler ama ondan razı olmaz. Dolayısıyla dilerse afuv eder, dilerse cezalandırır.

            Doğrusu, Allah Teâlâ'nın ilmi, iradesi, kudreti, daha yücedir ama, rüzgar ve denizin dalgası olsa, kulun azması ve dileği, karar verdiği, yapmak iste­diği, yapmaklığı, doğrusu fiili, gemi gibidir.

            Rüzgar ve dalgaların isteğine muvafakat gös­termekten başka gemi aslâ bir yerden diğer bir yere varamaz. İşte feylesoflar, bazı kelamcılar, rüzgar ve denizin dalgası mesâbesinde olan Allah'ın iradesine irade-i külliyye, kulun istek ve arzusuna da irade-i cüz'iyye ismini verdiler. Elbette kül, cüz'e hâkimdir; cüz, küle hâkim olamaz.

بَصِيرْ اُولْـدُرْ حَقِيقَتْدَه كِه هَپْ اَشْيَايَه نَاظِرْدِرْ

وَلِى گوُزْدَنْ مُنَزَّهْدِرْ بَصَرْدِرْ مِنْ صِفَــــاتِ اللّٰهْ

(20)   Basîr Ol'dur hakîkatde ki hep eşyâya nâzırdır

          Velî gözden münezzehdir Basardır min Sıfâtillah

Basîr = Görücü O'dur ki gerçekte her şeyi kontrol altına alıp bakar. Lâkin göz gibi alet, edevat'tan mü­nezzehtir. Basar yani görmek, Allah'ın sıfatlarından­dır.

سَمِيعْ اُولْدُرْ اِيشِيدِرْ هَرْ اٰوَازِى سِـرّاِيلَه جَهْرِى

مُنَزَّهْـدِرْ قُولاَقْدَنْ اُولْ صِفَتْـدِرْ اَنْدَه سَـمْـعُ اللّٰهْ

(21)  Semîi' Ol'dur işidir her âvâzı sır ile cehrî

         Münezzehdir kulaktan Ol sıfattır A'nda Sem'ullah

Semîi' = işitici O'dur, ki gizli ve aşikar her avazı işitir. Kulaktan münezzehtir, ancak Semi' = işitmek Allah Teâlâ'nın sıfatıdır.

مُـتَكَـلِّـمْـــدِرْ اُولْ اَمَّــــا بَرِيـــدِرْ دِلْـــدَنْ اٰغِـــــزْدَنْ

حُرُوفُ و لَفْظُ صَوْتِيلَه دَكِلْ وَصْفِ كَلاَمُ اللّٰهْ

(22)   Mütekellimdir Ol ammâ berîdir dilden ağızdan

           Hurûf-u lafzu savt ile değil vasf-ı Kelâmullah

Allah Teâlâ, Mütekellim = Konuşucu'dur. Amma dil ve ağızdan beridir. Kelâmullah = Allah'ın konuşma sıfatı, ses, harf ve lafızla değildir.

            Allah Teâlâ'ya, görmek, işitmek sıfatlarının isna­dı sahihtir. Ancak Allah Teâlâ'nın Zât'ı, mahlûkunun zâtına benzemediği gibi, görmesi ve işitmesi gibi sı­fatları da benzemez.

ثُبُوتِيَّه صِفَاتِـى كِيمْ نَه عَيْنِيدِرْ نَه غَيْرِيدِرْ

قَدِيمُ دَائِمُ و ذَاتِيـلَه قَائِمْـدِرْ صِفَـــــاتُ اللّٰهْ

(23)    Subûtiyye sıfâtı kim ne aynıdır ne ğayridir

            Kadîmu dâim-u Zâtı’yla kâimdir Sıfâtullah

Allah Teâlâ'nın subûtiye sıfatları, ne Kendisi ne de başkasıdır; ezelîdir, dâimîdir, Zâtı'yla kâimdir.

            Maddeciler, kuşla uçuşu, yani maddeyle hareketi birbirinden fark etmeyerek, dediler ki: Hareket kendisi maddedir; veya aksi... Mu'tezile meşrebinde olanlar, felsefecilerin bu çılgınına girerek, Allah Te­âlâ'nın sıfatlarının, "Kendisi" olduğunu söylediler. Şeyh İbrahim Hakkı Hazretleri rahimehullah, işte bu görüşü reddediyor. Çünkü bu görüş, muattıle mezhebindekilerin görüşüdür.

            Ehli Sünnet vel'Cemaat dediler ki: Allah Teâlâ'
nın sıfatları, ğayri değildir, yani Zâtı'ndan ayrılmaz; terzilik sanatı terziden ayrılmadığı gibi... Aynı değil­dir, yani Zât'ın Kendisi değil, Zâtı'ndan başkasıdır. Nitekim uçuş, kuştan başkasıdır. Kuş ve uçuş misaldir; Allah Teâlâ benzersizdir, daha âlîdir.

            «Âmentü Billâhi» dediğimizde yahud «Lâ ilâhe illallah» dediğimizde en az, icmâlî yani izahsız olarak Allah Teâlâ'nın hakkında müsbet yani evvelden zikretmiş olduğumuz on dört sıfatı bilmek vâcibdir.

            Buraya kadar anlattığımız ilim, yani bilgi, köle olsun, hür olsun, kadın olsun, erkek olsun, «Lâ ilâhe illallah» diyen her âkil ve bâliğ kimseye farz-ı ayndır.

            Hicrî 743'te vefat eden, allâme, imam, müfessir ve hadislerin şerhinin keşşâfı, şeref-ud-dîn Hüseyn bin Muhammed bin Abdullah et-Tîbî eş-Şâfiî rahi­mehullah diyor ki: «Kâdı Beydâvî rahimehullâhu Te­âlâ dedi ki: “Farz ilimden murad, Allah Teâlâ'nın Vahdâniyeti'ne = Birliği'ne, Sâni'in ma'rifetine bağlı, öğrenilmesinden kulllara ondan başka çıkar yol olmayan ilimlerdir.

            Aynı zamanda Rasûlü'nün nübüvvetine bağlı, namazın şekillerini bildiren ilimdir. Çünkü bütün bun­ların öğrenilmesi, her müslüman üzere farz-u ayn­dır.” İbnu Mâce, Taberânî, Deylemî, Ebû Ya'lâ, Bey­hakî ve Bezzâr'ın tahric ettikleri, Enes radıyallahu anhu'dan nakledilen طَلَبُ العِلْمِ فَرِيضَةٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ “İl­min taleb edilmesi, her müslüman üzerine farzdır.” mealindeki hadîs-i şerîfin manası da budur; bütün şârihlerin sözü, Kâdı Beydâvî rahimehullah'ın iza­hına bağlı kalmaktadır. طَلَبُ العِلْمِ “İlmin taleb edilmesi”nden murad da, farz ve vacib sayılabilecek umum farzların husûlünden, tâlib olan şahsın mertebesine muvafık, haline lâyık olarak dînini öğrenmesinin farz, vacib olduğuna i'lamdır.

            İş böyle olunca, her âlime = öğreticiye, bildiği ilmini, o ilme tâlib olana tahsis etmesi, namaz gibi farz-ı ayndır. Nitekim Hicrî 563'te vefat eden Şey­himiz Şeyh-ul-İslam Ebû Hafs Ömer bin Muhammed bin Abdullah es-Sehreverdî kuddise sırruh dedi ki: Farz olan ilmin ne olduğu hakkında ihtilaf edilmiş ve şöyle denilmiştir: “O ilim, ilm-i ihlas, nefsin âfetlerinin bilinmesi ve amelleri bozan şeylerin bilinmesidir. Çünkü ihlas, kendisiyle emredilendir. Nefsin aldat­ması, ğururu ve şehvetleri, emredilen ihlasın temelini harab eder. Bu sebeble bu ilmi bilmek farzdır.”

            “Hataraları ve bunların ayrıntılarını bilmek farz­dır. Zira hataralar, fiillerin menşeidir. Bu sayede me­leğin lemmesiyle şeytanın lemmesi arasındaki fark da bilinmiş olur.” da denildi.

            “O ilim, helalin bilinmesini taleb etmektir. Zira helal yemek farzdır.” da denildi.

            “O ilim, alış verişi, nikahı, talâkı bilmektir. İnsan, bunlardan bir şeye başlamayı istediği zaman, o şeyi bilmeyi taleb etmek kendisine farz olur.” da denildi.

            “O ilim, İslamın üzerine bina edildiği beş farzı bilmektir.” de denildi.

            “O ilim, nazar, istidlâl yahud nakil yoluyla ilm-i Tevhîdi taleb etmektir.” de denildi.

            “O ilim, ilm-i bâtını taleb etmektir. İlm-i bâtın, kendisiyle ilmin ziyadeleştiği yekîndir = tüm şübhe­lerden ârî kesin hükümle “Haktır.” demek kanaatine varmaktır. Ve o ilim, öyle bir ilimdir ki, salihlerin, Allah'a yakın olan zâhidlerin sohbetiyle kazanılır. Onlar, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'in ilminin mirasçılarıdır.” da denildi.»

            Bunların hepsi doğrudur. Kişi hangi işe baş­larsa, o işle ilgili şer'î hükümlerin bilinmesi farz olur. Mesela alış verişe başlamadan önce, alış veriş hak­kında bilgi farz olmaz; bilfiil başlamak istediği anda farz olur. Böylece namaz, oruç, zekat. Mesela “Hac farzdır” diye bilmek, inanmak, iman etmekle birlikte farz olur. Hacca teşebbüs ettiği andan itibaren haccetmekle alâkalı bilgilerin öğrenilmesi farz olur. Evlilik de böyle.