بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

HADİS NO:51-52-53

نَه كِه مَعْدُومْدُرُرْ اُو شَىْ وَ مَرْئِى عَدْ اُولُنْمَازْ كِه
مُـكَـــوِّنْ كـَائِـنـَاتَـه بَــكْـزَمَــزْ شَـيْـدِرْ تَعـَــالَى اللّٰهْ

 Ne ki ma'dûmdurur o şey ve mer'î ad olunmaz ki

                Mükevvin kâinâta benzemez şeydir Teâlallah

 Olmayan bir şey, yoktur ve görülmesi de yoktur, ismi de yok, bahsi de yoktur.
Tekvîn sıfatıyla kainatı yaratan Mükevvin Teâlâ, kai­nata benzemez bir şey'dir. = Var'dır.

            Bu beytte dört mesele vardır:

1. mesele: مَعْدُوم = ma'dûm = varlığı olmayan, var sayılır mı, sayılmaz mı?”

Cevabında, Mu'tezile'ye hilafla Ehli Sünnet vel’­Cemaat: “Ma'dûm, varlığı olmayandır, var sayılmaz; görülmesi de yoktur, konu da olmaz.” dediler.

2. mesele, Arabcada, Türkçede «şey» diye kul­landığımızın mefhumu = anlamı, varlık mı, yokluk mu?

Cevabında, Mu'tezile: “شَىْء = Şey kelimesi, varı da yoğu da kapsayan umum bir lafızdır.” demek ba­hanesiyle: “مَعْدُوم = ma'dûm = olmayan da bir şeydir, varlıktır.” dediler. Bu takdirde عَدَم = adem = yokluk, var olan demektir; görülmesi mümkündür.

Fakat Arab lüğatinde «şey» kelimesi, yokluk manasında aslâ kullanılmadı. Türkçede de böyledir. Yokluğu ifade etmek için, yani «adem» manasında şey kelimesini kullanmakta لَمْ اَكْتُبْ شَيْئًا = “Hiçbir şey yazmadım.” denilir; “Benden taraf yazı yoktur.” demektir.

Eğer «şey» ma'dum manasında olsaydı, “Ne ya­zıyorsun?” cevabında sadece «şey» denilebilecekti ve müstakillen kullanılacaktı, konu olacaktı. Türkçe­de «adem»in karşılığı «hiç» kelimesidir; Arabcada ise nefiy edatlarıdır. Arabcada لَمْ gibi nefiy edatla­rıyla, Türkçede «hiç» lafzı gibi bir ekle yokluk mana­sında kullanılır ve konu olur. Konu olunca «şey», var manasındadır; vacibi de kuşatır, mümkünü de ku­şatır = kapsar; varlığı olmayanı kapsamaz.

Bu noktadan hareketle Ehli Sünnet vel'Cemaat: “Evet, şey, varlıktır, tüm varlıkları kapsayan vücud = mevcud manasındadır. Zira olmayanın görülmesi imkansızdır, konu edilmesi de muhaldir.” cevabını verdiler.

3. mesele: “Allah Teâlâ hakkında شَىْء = «şeyi'» kullanılır mı, kullanılmaz mı?”

Ehli Sünnet vel'Cemaat: “Tenzih sıfatıyla birlikte kullanılır.” dediler. Buna işareten Şeyh İbrahim Hak­kı rahimehullah «şeydir Teâlallah» demesiyle Mu'tezileyi reddetti; “Allah Teâlâ hakkında tenzih kelimesiyle beraber «şey» kullanılır.” dedi.

Binaenaleyh شَاءَ يَشِىءُ شَيْئًا kökünden kökenen شَىْء = «şeyi'» kelimesi, ıstılah olarak da lüğat gibi, bilkuvve yahud bil'imkan kasdın kendisine bağlan­mış olduğu maksud = murad = dilenilen iş manasın­da kullanılır. Bu takdirde aklın yokluğunu düşüne­mediği ve kabul edemediği «Vâcib-ul-Vücud» hak­kında da, varlığını, yokluğunu düşünebildiği ve hü­küm edebildiği «mümkün-ül-vücud» hakkında da kullanılır.

İşte burada, başta “Keşşâf” adlı tefsirinde allâ­me Zemahşerî olmak üzere Mu'tezile, Ehli Sünnete hilafla: “Aklın varlığını kabul etmediği «mümteniu-l-vücud» hakkında da kullanılır.” dediler. O halde gö­rülmesi de mümkündür.

Hicrî 502'de vefat eden, kelam, edebiyat ve lü­ğatte büyük pâyeye ulaşan, allâme Ebu-l-Kâsım Hü­seyn bin Muhammed bin Mufaddıl el-Esfehânî İmam Râğıb, bu görüşün reddine işareten diyor ki: “Şey kelimesi, cisimler gibi hissen mevcud olan, sözler, fiiller gibi manen mevcud olan her mevcuddan ibarettir.”

            كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ

“Allah Teâlâ'nın Zâtı müs­tesna olmak üzere her şey helak = yok olacaktır.” yahud “Allah Teâlâ'nın Zâtı, sıfatı ve cihetinden başka her var her mevcud şey yok olmak halindedir.”[[1]] ve: وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ “Hiçbir şey yoktur ki Allah Teâlâ'yı hamdetmesiyle birlikte Kendisi'ne tesbih etmemiş olsun.”[[2]]
mealindeki ayet-i kerîmelere dayanarak Hicrî 682'de vefat eden, kelam, felsefe, lüğat ve edebiyat ilimlerinde tekâmül eden al­lâme, müfessir, imam Nâsiruddîn Ebû Saîd Abdullah bin Ömer bin Muhammed bin Ali eş-Şirâzî el-Beydâ­vî ve daha birçok müfessirler: مَعْدُوم = ma'dûm yani olmayan, “helak = yok olacaktır” demekle vasıflan­madığı gibi, aynı zamanda olmayan bir şeyin, hamdetmesiyle birlikte Kendisi'ne tesbih etmesi” aslâ düşünülemez.

4. mesele: “Tekvîn, mükevvenin aynısı mı, ğay­risi mi?”

Allah Teâlâ, ezelî olduğundan, mükevven = ka­inatın vasfı olan yapılıştan münezzehtir.

Tekvîn ezelî sıfatı = var etmesi, yok etmesi, rızk vermesi, kısması, fakir kılması, zengin kılması, aziz kılması, zelil kılması gibi kadâ'sı ve hükmüdür. Kainat ise, makzîdir, kaza değildir.

Fâille mef'ûl ayrı olduğu gibi, kaza ile makzî de birbirinden ayrıdır. Buna benzer misal, vuranla vurulan arasındaki münasebet olan darb yani vuruştur. Mesela mef'ûl olarak ضَرْبًا = darben = vuruş, mef'ûl-ü mutlak olduğuna göre, vurana; hayır, بِالعَصَا = “bastonla darbe aldı” gibi mef'ûl, mef'ûlün bih = bir şeyle kayıdlı mef'ûl ise, madrûba = dövülmüş kimseye va­sıf olur ve kendisine nisbet edilir, yani mukayyed mef'ûl olarak nisbet edilir.

Böylece hâkim ile, menfî – müsbet hakkında hü­küm edilen mahkumun arasındaki münasebet olan mef'ûlü = hükmü, mef'ûl-ü mutlak ise, kayıdsız şart­sız hüküm yapması demek olup, mesela ceza vermesi yahud cezayı kaldırması işi, hâkime; mef'ûlü = hükmü, “hüküm giydi” gibi kayıdlı mef'ûl ise, mahkuma isnad edilir ve mahkuma sıfat olur. Nitekim örfen de böyledir.

Allah Teâlâ'nın kadâ' manasında mutlak mef'ûlü = hükmü olan tekvîn sıfatı, îcad etmesi = var etmesi, imdad etmesi= sebebleri yardıma göndermesi, idam etmesi = sebeblerini kesmesidir. Ve bu ezelîdir.

Sadece, var edişini murad ettiği mutlak mef'ûlü­ne iradesini = dileğini bağlamasıyla, mef'ûl olan şey, mesela atom, zerre, kürre, iradenin, o şeyin yapı­lışını bağladığı anda yahud tayin ettiği anda var olur. Var olan «makdiyyun aleyh»ten ibaret mukayyed mef'ûlü = masnûu, var olacağının sıfatıdır, ona nis­bet edilir; ve bu hâdistir.

Bu dördüncü kaideyi bildikten sonra Mu'tezi­le'nin meşhur sorusu:

“Küfre rıza göstermek, bizim ve sizin ittifakımız­la küfürdür. Ondan daha büyük bela da yoktur. İstid­lâl ettiğiniz, delil getirdiğiniz İmam Mâlik, Müslim, İb­nu Hibban, İmam Beğavî'nin tahric ettikleri Abdullah bin Ömer radıyallahu anhumâ'nın,

كُلُّ شَىْءٍ بِالقَدَرِ حَتَّى الكَيِّسُ وَالعَجْزُ

H.51: “Her şey kaderledir, âcizlik ve çeviklik, pratik zekaya varıncaya kadar.”
mealindeki hadîsine inansam, küfre rıza göstermiş olmaz mıyım?
Küfür ve ma'siyete rıza göstermesem, kadere razı olmamış olmaz mıyım?  Bu da küfür değil midir?

Şimdi razı olsam da küfür, razı olmasam da kü­für, öyle değil mi?”

İşte bunun cevabında:
Evvela, fâilin mefûlleri olan yaratmakla yaratıl­mak arasında fark görmedin.

Mutlak mef'ûl, Allah'ın hükmü olan kadâ' ise, ya­hud kaderse, bu hükme rıza göstermek küfür değil­dir. Zira Allah Teâlâ hâkimdir, dilediğini yapar.

Hayır, mukayyed mef'ûlü = makdî ise, makdîye = makdûra rıza küfürdür. Zira bu mahlukun vasfıdır.

İttifakımızla, hâkim ile, menfî – müsbet hakkında hüküm edilen mahkumun arasında iki münasebet vardır:

a-Mef'ûl-ü mutlak = mutlak hüküm = kayıdsız şartsız mef'ûl = hüküm edişinin hâkime nisbet edilmesi gibi, Allah Teâlâ'nın kaza manasında mef'ûl-ü mutlak olan hükmüne rıza göstermek küfür değildir.

b-Hâkim'in mukayyed = kayıdlı mef'ûlü, mahkumun vasfıdır. Bunun için Allah Teâlâ'nın kulunun hakkında menfî – müsbet hükmü manasında olan makdîsi = ondan taraf yaratılan, mahlukun vasfıdır. Buna rıza göstermek küfürdür. Ve nitekim kendisine imanla mükellef olduğumuz, makdî değil kadâ' ve ka­derdir = İlâhî hükümdür.
Taberânî'nin el-Mu'cem-us
-Sağîr'de tahric ettiği, Enes bin Mâlik'in:

مَنْ لَمْ يَرْضَ بِقَضَاء اللّٰهِ وَيُؤْمِنْ بِقَدَرِ اللّٰهِ فَلْيَلْتَمِسْ اِلٰهًا غَيْرَ اللّٰهِ

H.52: “Kim, Allah'ın kazasına = hükmüne razı olmazsa ve Allah'ın kaderine iman etmezse, Allah'tan başka bir ma'bûdu taleb etsin.”

mealindeki hadîsinde dahi, yine
Taberâ­nî'nin el-Mu'cem-ul-Kebîr'de, Deylemî'nin Firdevsi'n­de, Beyhakî'nin Şuab-ul-İman'da tahric ettikleri, Enes bin Mâlik'in:

منَ لَمْ يَرْضَ بِقَضَائِى وَيَصْبِرْ عَلَى بَلاَئِى فَلْيَخْتَرْ رَبّاً سِوَائِى

H.53: “Kim kazama razı olmazsa, verdiğim belalar üzerine sabretmezse, Ben'den başka bir Rabb seç­sin.”
mealindeki kudsî hadîsinde dahi, kendisiyle mükellef olduğumuz kaderden muradın, kaza olması tefsir olunmaktadır. Bu tefsir hadisleri, sened cihetiy­le zaif olsa bile, metinlerin manası sahihtir, tefsir ol­maya yararlıdır.

İş böyle olunca, ittifakla gerek sanatçıyı ve gerekse sanatçının sanat fiilini, masnûu = yaptığı şeyi, vasıtalı vasıtasız Allah Teâlâ yaratır. İnsanı da, insa­nın yapageldiği şeyleri de yine Allah Teâlâ var eder. Allah Teâlâ'nın var etmesine değil, var ettiği küfür ve ma'siyete rıza göstermek küfürdür.

Binnetice Allah'ın sıfatı olan ilmi, ma'lûmuna; iradesi, murad ve maksûduna; kudreti, makdûruna = makdîyyun aleyhe; tekvîni, mükevvenine tâbi'dir. Ma'lûmu, maksûdu, makdûru, mahlûku ve oluştur­duğu mükevven, kulun azmasıdır. Buna rıza gösterilmez, demektir.

Nakkâşa, güzel çirkin nakış yapması ayıb değil, fotoğrafçının kör veya sağlam gözün fotoğrafını çek­mesi ayıb değil; ayıb, nakışlananda, resmi çizilende, fotoğrafı çekilende. Çizmek, kadâ, kader; çizilen makdîdir. İşte Mu'tezile ikisi arasında fark etmedi. Yahud da fark etti, fakat “Allah Teâlâ'ya en yararlıyı yaratması farzdır.” dediği için kaza ve kaderi inkar etti. Eğer Allah fiilinde mecbur ise, mahkumdur, hâ­kim olamaz. Ve Allah Teâlâ kendisine cebir yapıl­maktan münezzehtir.

Nakşedici var, nakış var, nakışlanan var.

 Şimdi nakışlanan, nakşediciye yahud fotoğraf­çıya çekişirse: “Benim gözüm sağlam, niye kör çı­karttın?” Nakışçı demez mi: “Nakş yapmak esnasın­da gözünü kapattın, onun için kör çıktın, kabahat se­nindir.” demez mi? Azmak da yazmak da böyledir. Yazmak nakış, kamera; azmak, kameranın tesbitidir.



[[1]]El-Kasas Sûresi ayet 88

[[2]]El-İsrâ' Sûresi ayet 44