HADİS ŞERHLERİ_28
KONU: Rasullullah sallalâhu aleyhi ve sellem’in fitnelere girmekten sakındırması ve âli teşvikleri
HADİS NO:1
Fitnelere girmekten sakındırma ve âli teşvikinden biri, Ebu Zer Amr bin Ahtab el-Ensari radıyallahu Teâlâ anhu'nun hadisidir; diyor ki:
"Rasullullah sallallâhu aleyhi ve sellem bize sabah namazını kıldırdı, sonra minbere yükseldi, öğle namazı oluncaya kadar uzun bir hutbeye devam etti. Öğle namazı zamanında indi, namaz kıldırdı, namazdan sonra yine minbere yükseldi, ikindi vakti girinceye kadar hutbeye devam etti. İkindi namazı zamanında indi, namaz kıldırdı, tekrar minbere yükseldi, güneş batıncaya kadar hutbesini irad etti. Olmuş ve olacak birçok olayları bize söyledi. İlim ve zekaca en ileri olanımız, en çok zabt eden ve ezberleyendi"
Elbette Allah Teâlâ'nın i'lâm[ÖK1] [ÖK2] ıyla kendisinden sonra vuku bulacak ğaybi ve kainat hadiselerinden sadece haber vermesi asla murad değildi; bilakis mu'cizeyi beyan etmekle beraber ashab ve onlardan sonra gelenleri fitnelerin belasına yakalanmaktan sakındırmak idi, aynı zamanda kendisinin ve ashabının süluk ettikleri yolu beyan etmek idi. Kur'an-ı Hakim'e ve parlak sünnetine sımsıkı sarılmak gibi hayrlı işlere teşvik buyurmasıydı.
HADİS NO:2
Fitnelere girmekten sakındırma ve âli teşvikinden biri de, Ebu Said el-Hudri radıyallahu anhu’nun hadisidir; dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Andolsun hakikaten siz kendilerinizden öncekilere arşın arşın, karış karış, örf, adet, giyim ve kuşamda uyacaksınız. Nihayet onlardan biri kelerin deliğini yol edinmiş olsa, siz de o yolu yol edineceksiniz". Biz = ashab: "Ya Rasullallah, Yahudi ve Nasrani'yi mi kasdediyorsunuz?" dedik. Bunun üzerine: "....." "Ya kim olabilir?" buyurdu.
HADİS NO:3
Fitnelere girmekten sakındırma ve ali teşvikinden biri de, Amr bin Avf radıyallahu Teâlâ anhu'nun hadisidir; dedi ki: << Bayreyn'den mal gelince Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, Ensara hitaben:
"Müjdelenin! Sizi sevindirecek şeye emellerinizi bağlayın! Amma velakin Allah'a andolsun, sizin hakkınızda fakirlikten asla Ben korkmuyorum. Fakat sizin hakkınızda telaşeye düşüp korktuğum şey, dünya debdebesinin yayılmasıdır. Nitekim sizden önceki kavme de dünya debdebesi yayılmıştı. Toplum olarak onlardan her biri menfaati kendi nefslerine tahsis ederek yarıştılar. İşte dünya debdebesinin onları helak ettiği gibi sizi de helak etmesinden son derece endişe ediyorum" buyurdu. Ve Peygamber'in minber üzerinde dünya hayatının ziynetinden sakındırdığı halde okuduğu hutbenin sonuncusuydu.>>
Yani "Kadın ve dünya menfeatlerinde yarışma, önceki medeniyetleri inkiraz[ÖK3] a uğrattığı gibi, sizin de aynı akibete uğramanızdan endişe ediyorum." demektir.
HADİS NO:4
Yine fitnelere girmekten sakındırma ve âli teşvikinden biri de, Ukbe bin Amir radıyallahu Teâlâ anhu'nun hadisidir; dedi ki: << Rasulullah sallalâhu aleyhi ve sellem, minbere çıkarak şöyle buyurdu:
"Hayatımdan sonra gerçekte Ben sizin hakkınızda şirke düşmenizden asla korkmuyorum. Ancak Ben, dünyada toplum olarak sizin menfeati kendi nefslerinize tahsis ederek, yarışmanızdan ve bu sebeble birbirinizi öldürmenizden, akabinde helak olmanızdan son derece korkuyorum. Nitekim sizden önce de böyle helak olmuşlardı." Artık bu, Rasulullah sallalâhu aleyhi ve sellem'i minber üzerinde en son gördüğüm oldu.>>
HADİS NO:5
Yine fitnelere girmekten sakındırma ve ali teşvikinden biri de, Avf bin Malik radıyallahu Teâlâ anhu'nun hadisidir; dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Fakirlikten mi, yoksa dünyanın servet ve makamına muhtaç olmanızdan mı korkuyorsunuz? Yoksa dünyaya verdiğiniz ehemmiyet mi, sizi telaşeye düşürüp eritiyor?
Hiç şübhesiz Allah Teâlâ size Fars ve Roma diyarı fethedip idareniz altına geçirecektir. Halbuki dünya menfeati, üzerinize korkunç bir şekilde serpilip bollaşacaktır. Ve Benden sonra dünya serveti ve makamından başkası, sizin kalbinizi hak ve gerçekten çevirmeyecektir. Zaten sizi dininizden çevirip alıkoyacak, dünyadan başkası olamaz "
Yani Fakirlik, dünyanın servet ve makamına ihtiyac, eğlenceye alınmanız korkusu, dinden uzaklaştıracak." Ve bu sebeble şimdi kalbler uzaklaştı.
[Dipnot: "Yoksa dünyaya verdiğiniz ehemmiyet mi, sizi telaşeye düşürüp eritiyor?" ............... cümlesini Türkçeleştiremedim ama manası, "Dünyaya ehemmiyet vermesek, dine sarılmamızdan dolayı çevremiz tarafından bize alay yapılacak diye telaşe giriyorsunuz, korkuyorsunuz, öyle mi? Eğer bu ise, sakın haa bundan korkmayın!" demektir]
HADİS NO:6
Yine fitnelere girmekten sakındırma ve âli teşvikinden biri de, Ebu Said-il-Hudri radıyallahu Teâlâ anhu'nun hadisidir; dedi ki; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Gerçekte dünya tatlıdır, yeşildir. Gerçekte Allah Teâlâ sizi onda halife kılmıştır. Nasıl yapacağınıza bakar. Binaenaleyh dünyadan korkun, kadınlardan korkun. Çünkü mukakkak İsrail oğlullarının ilk belaya tutkunlukları kadından olmuştur." buyurdu.
Bütün bunlarda Rasulullah sallalâhu aleyhi ve sellem, ümmetini servet ve makama göz dikmekten, eğlenceye alınması anında korkudan ve özellikle kadınların fitnesinden sakındırmıştır. Mü'min bunlardan korkmamalıdır. Hatta sufilerin nezdinde bu tip korkular şirk sayılır. Zaten servet, makam, para, altın ve gümüşle ziynetlenmek, binek, insanlara tabii olarak sevdirilmiş, bunlarla beraber Allah Azze ve Celle'nin sevgisi ve O'nun dininin tercih edilmesi teklif edilmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ, "Yaratılışta insana, şehvetlerden, kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, salıverilen güzel atlar, deve, sığır, koyun, keçi gibi hayvanlar ve ekinlerin sevgileri aşırı derecede süslendirilmiştir. Yeğane bu, dünya hayatının emtiasıdır. Allah ise, Nezdi'nde, kendisine dönülecek güzel yer hazırlanılmaktadır" [Al-i İmran Suresi ayet 14} mealindeki ayet-i kerimesinde insan oğluna en tehlikeli, şehveti yani menfeati şahsına tahsis etmeyi; şehvetlerden de, ilk kez kadınları zikretmiştir. Demek kadınların, aile terbiyesinden uzaklaşması, fıtratından uzaklaşması sayılmaktadır ve bunun sebebi de, şer'i şerif ve İslam Dinine ters düşen giyim kuşam, açık ve saçıklıktır. Artık Müslime bir kadın da, servet ve riyasetin elinden kaçırılmasından korkmamalıdır; bilakis dinin kaçırılmasından korkmalıdır. Zaten korku, cehaletten ortaya çıkar.
HADİS NO:7
Bütün bu hususlarda dahi sakındırma ve âli teşviklerinden biri de Abdullah bin Amr bin As radıyallahu Teâlâ anhu'nun hadisidir; dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Gerçekte Allah Teâlâ insanların göğsünden sıyıracak bir sıyırmakla ilmi geriye almaz; ancak ulemayı kabzetmekle ilmi kabzeder = geriye alır. Nihayet alim bir kimseyi bırakmadığı zaman halk cahilleri tutup başlar edinirler; akabinde dinden sorulurlar; o cahil reisler de bilgisiz indi görüşlerle fetva verirler; saparlar ve saptırırlar."
Şerh ve izahı şöyledir: Bu hadisin, ………………………… "Gerçekte Allah Teâlâ insanların göğsünden sıyıracak bir sıyırmakla ilmi geriye almaz.” cümlesindeki ………. kelimesinin ……… fiilinin mef’ul-u mutlak mecazisi olmasına göre “Gerçekte Allah Teâlâ ilmi insanların göğsünden büsbütün alıp sıyırmaz da, bilakis göğüslerinden sıyrılacak ilmi, bazı bölgelerin alimlerini kabzetmesiyle alır=sıyırır.” demek olur.
Daha kısa ve öz olmasına rağmen zamirle “Onu kabzeder” demeyip de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in: ………………. “göğüslerden sıyrılmış ilmi” buyurmasının hikmeti:
a-Ulemanın şanına ihtimam ve fazlasıyla kendilerine saygı göstermenin mühimsenmesi,
b-Ulema zevatın nimet olma ehemmiyetini beyan etmesi,
c-Kendilerine hizmetin ve sohbetin pek gerekli olmaklığının, kadir ve kıymetlerinin vakar ve saygıyla bilinmesini tavsiye etmek içindir. Onların varlığı nimettir. Bu tavsiyenin yerine getirilmemesinin, nimetin zevaline sebeb olacağına işaret etmektir.
Sonra hadis-i şerifte söz konusu olan ilim, ilm-i usul = tashih-i itikad ilmi ve ilm-i usul-u fıkıh, ilm-i tefsir, ilm-i hadis, ilm-i fıkıh, ilm-i tasavvuf ve bu ilimler kendisiyle tanınıp bilinen sarf, lügat, nahuv, belağat ve levazımları olan şer’i ) dini ilimlerdir.
Hadis-i şerifteki, ………………………………………….. “ancak ulemayı kabzetmekle ilmi kabzeder = geriye alır. Nihayet alim bir kimseyi bırakmadığı zaman” sözüne gelince, …………………………………içindir. Türkçe özeti şöyle olur: Allah Teâlâ, ihsan = muhasebe, murakebe ve şuhud makamına ulaşan, amel ve ilimde hakkıyla ihlası gerçekleştiren, ilmiyle amel eden bir alimi bırakmayınca artık ……………………………. “halk cahilleri tutup başlar edinirler” Bu hal, kendisinden ilim sıyrılmış ve kaldırılmış her bölgenin insanları, mücrim = suçlu ve adilerini alıp baş edinceye kadar devam edecektir. Derken o mücrimler beldelerde çok çeşitli hile ve tuzak açacaklardır; akabinde zulüm, fitne ve fesad çoğalacaktır, demek olur.
Sonra dikkat edelim ki, “Nihayet alim bir kimseyi bırakmadığı zaman halk cahilleri tutup başlar edinirler” kaziyesi, sadece olayın vukuundan haber vermek değildir; bilakis böylece haber vermekten maksad, ümmeti fitne ve fesaddan sakındırmakla birlikte,
a-ilmin öğrenilmesine ehemmiyetle tavsiye ve teşvik,
b-Alimlerin işlerine ehemmiyet verilmesi
c-Ve mümkün mertebede dinde cahil kimselerle tutunulup baş edinilmemesidir.
Ve binnetice Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği gibi olan oldu; insanlar cahilleri baş edinirler, onları reis kabul ederler. ……………………………………………. “akabinde dinden sorulurlar; o cahil reisler de bilgisiz indi görüşlerle fetva verirler; saparlar ve saptırırlar."
Evet bir çok modaları çıkarttılar, bid’at işlediler, Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’e nisbet edilen sünneti = dini ve şeriatini terke ettiler, örf, adet, giyim ve kuşamda Yahudi ve Hristiyanlara uydular, görüşlerini aldılar, kendilerini onlara benzettiler; Allah Teâlâ’nın kalbini itmi’nan ve sükunetle rızklandırdığı ve kendisini koruduğu kimseler müstesna olmak üzere, maalesef Müslümanlar, poz vermekte, giyim kuşamlarda, bayramlarda kendilerini merasimleriyle suretlendirdiler, görüntü ve resimlerini gösterdiler. Şeyh böyle, hoca böyle, böyle böyle hep böyle…. Ve şikayet Allah’adır. Vatanımıza, milletimize, devlet adamlarımıza, halka ve başlarına = reislerine Allah Teâlâ’dan hidayeti, tevfiki, inayeti, tevbeyi nasib ederek afuvunu, afiyeti, tüm Müslümanlara güven, selam ve selameti dileriz.
Sonra bu hadis-i şerifte örnek olabilecek ğarib= karib işaretler, parlak ve gizli latifeler bulunmaktadır. Şöyleki:
1-Hanefilere hilafla konu hadisi, cumhura göre herhangi bir asrın müctehidden boş kalmasına delalet etmektedir. Gerçek şu ki, bu zaman uleması ictihada ehliyetli görülmemektedir.
2-Konu hadisi, cahillerin başa geçirilmesini = reis, imam, şeyh, halife edinilmesini, onlardan fetvanın taleb edilmesini, kendilerine uyulmasını suret-i kat’iyyede yasaklamaktadır.
3-Alimlerin varlığı nimet olduğundan ve nimetin de şükrü gerektiği için, konu hadisi, ehli ilme saygı gösterilmesine, ilmin ehlinden tahsil edilmesine, onunla meşğul olunmasına, dini ilimler üzerine muhafazakar olunmasına teşvik ve tavsiye etmektedir. Zira alimlerin varlığı nimettir. Nimetin bekası için şükür gerekir. …………. “Nimetin kadrinin bilinmesi ve şükrünün ifası, nimetin bekasını ve devamını sağlar” demiştir.
HADİS NO:7.1
Nitekim Esma ve Abdurrahman bin Ganem raduyallahu anhuma'dan gelen bir hadiste Allah'ın Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem :
"Allah Teâlâ'nın kullarının en hayrlıları onlardır ki, görülmeleri zamanında Allah anılır. Allah'ın şerli kulları da onlardır ki, dedikoduyla dolaşırlar, sevenlerin arasını bozarlar, şeref vakarını koruyan Mü'minlerin ayıblarını araştırırlar." buyurmasıyla Allah Teâlâ'nın o hayrlı kullarını övmektedir.
Böylece Hicri 3320’de vefat eden, akli ve dini ilimlerde büyük payeye ulaşan, gerek apaçık sünnetleri izah etmesinde, gerekse ayet nasslarını tefsir, beyan ve şerhetmekte, hakikat ilminin inceliklerini açıklamakta büyük payeye ulaşan İmam Rabbani Ebu Abdullah Muhammed bin Ali bin el-Hasen rahimehullah yani Hakim Tirmizi, Abdullah bin Amr bin el-As radıyallahu Teâlâ anhuma’nın,
HADİS NO:7.2
Abdullah bin Amr bin el-As radıyallahu Teâlâ anhuma’nın,
"Sizin en hayrlınız, görülmesi size Allah'ı hatırlatan, sözü ilminizi artıran, ameli de ahireti size sevdiren, isteten zevatlardır." mealindeki benzer hadisin şerhinde diyor ki:
“Görülmesi sana Allah’ı hatırlatıp andırana gelince; hakikaten onlar öylelerdir ki, Allah Teâlâ tarafından kendilerine apaçık bir belirti verilmiştir. Vakara alışkanlıkları, kibriyanın heybeti ve celalin nuru onları o belirtiyle yüceltmektedir. Ve onların üzerinde melekutun eserlerinin görülmesinden dolayı da, kendilerine bakan derhal Allah’ı hatırlayarak anar. Zira kendisine uyulan salih bir adamın görülmesi, ancak şu sebeplerden dolayı Allah Teâlâ’yı hatırlatır, andırır:
a-Çünkü kendisine uyulan salih zevatın kalbinden sevgi akımı, gözlerinden akan “sekine” = sevgi, kalbi sükunet, nurdan üns makamının parıltıları görülür.
b-Çünkü her işinde soğukkanlılığından, acelesiz hareketinden, çenesini göğsü üzerine koyup gözünü yummasından, konuşması arasında sükuta dalmasından, kalbindeki Allah’tan korkmaklığının belirtisinden, nefesiyle birlikte fışkıran nurlar bulunur, hatta görülür., görülmese bile misk gibi koku verir ve etrafındaki kalbler üzerine dağılır.
c-Çünkü bu sebeblerden dolayı, sevgi, teslim ve ihlasla bakanın bakışları, mezkur hasletler kalbinde bulunan kimselere çarpıp geriye ayna gibi akseder. Ve bu akisten, bakanın çevresinde oturanların, düşüp kalkanların kalbleriyle o hayrlı kulların yaşadığı lezzetler arasında nisbet denilen bir münasebet kurulur. Ve bununla Allah Teâlâ’ya kavuşulur.
d-Çünkü ayna gibi akislenmek sebebiyle bakanın sureti, bakılan salih adamın kalbinde sevgi, samimiyet ve teslime sebeb olur.
Sevgi ise, o salih adamı, Allah Azze ve Celle’ye yöneltir. Doğrusu, bakanın, teslim, ihlas ve sevgisi bütünleşip, bakılanın kalbindeki sevgiye karışınca, bakılanın sevgi, teslim ve samimiyetini artırır, aşka dönüştürür.
e-Zira aşka dönüşen sevgi, bütünüyle o salih zevatı Allah Teâlâ’ya yöneltir. Allah Teâlâ da kendisinden razı olunca, elbette ondan razı olması, sevdiklerini ayrılık, hasret ve cehennem ateşinden kurtarmakla tamamlanır. Bundan böyle Resul-u Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem …………. “Onlar öylelerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanıp anılır” buyurdu. İşte evliyanın vasfı budur.
Ve iş böyle olunca kalb, mezkur güzel şeylerin kaynağı olur ve nurların karargahı olur. Ğıyabında ve huzurunda bakanın yüzü, her zaman, bakılanın kalbindeki, zahiri azalarına teraşşuh eden = içinden dışa sızan nurları alır, kabul eder.
Mesela Allah Teâlâ’nın va’di = cennette vereceği nimetlerinin sözü ve vaidi = cehennemde azablandırmayı bildiren sözü, diğer ifadeyle o zatın Allah Teâlâ’yı sevmesi ve O’ndan korkusunun hükümdarlığı, kendisinin kalbini istila edince, kalbinden yüzüne sızar.
f-Zira gözler onu görür görmez, görülmesi, hayrın kemalatına erdirir ve takva meziyetlerini hatırlatır, akla getirir. Ne bakarsın, onun kalbinden senin kalbine salahiyet, heybet, ilim düşüverdi. -Nitekim bunu hissedenler çoğu zaman “içime ateş düştü” demekle ifade ederler-
g-Nihayet bu düşen ateş, seni, özün ve sözün birleşmesine davet eder; ve senin ruhunun üzerine, sırlarına, gizli hassas duygularına, istikametin heybeti düşer.
Elhasıl bir kalbde Allah Teâlâ’nın nurlarının hükümran olması, o kalbden yüzüne, yüzünden sana akseder, Allah Teâlâ’nın Cemali’ni, Celali’ni, Azameti’ni – sana bakan gözler vasıtasıyla- ulaştırır, göğüslere düşürür, nefesi vasıtasıyla da o nur, ruhunu ihya’ eder, diriltir; ve binnetice kalbde yerleşen bu nur, her türlü noksanlıktan seni alıkoyan nurların nurudur”
HADİS NO:7.3
Ve nitekim bu hususta İbnu Mes’ud’un radıyallahu Teâlâ Anhu’nun hadisinde Nebi sallalâhu aleyhi ve sellem: "Gerçekte kamil insanlardan bazıları Allah'ın zikredilmesine anahtardır; onlar görüldükleri zaman, derhal Allah zikredilir = akla gelir, anılır."diye buyurur.
İbnu Abbas radıyallahu Teâlâ anhuma da buyurur ki: “Hangi kimselerle düşüp kalmanız daha hayrlıdır? Denildi; cevabında “Görülmesi derhal Allah'ı size hatırlatan, konuşması ilminizi artıran, amel de gözünüzün önüne getiren kimselerdir." diye buyurdu.
4-Konu hadisi, fetva derecesini överek, bu derecenin hakiki riyaset olduğunu delalet etmektedir; ve fetva ilmini ehlinden öğrenmeksizin fetva vermeye kalkışan kimseyi şiddetle zemmeder=kınar. Çünkü muhakkak kendilerine fıkhı = delilleriyle helal ve haramı birbirinden ayırt eden ilmi bilmekten başkasıyla vacib olarak boyun eğilmez.
5- Konu hadisi şumüllü yol üzere varid oldu ise de,
HADİS NO:7.3
"Ümmetimden bir taife Allah'ın emriyle dimdik devam edecektir; bu taifeye muhalefet göstererek onları yapayanlız bırakan = terk eden kendilerine zarar vermez. Allah Teâlâ'nın emri onlara gelinceye kadar, onlar bu vasıf -yani istikamet- üzere devam edeceklerdir." mealindeki hadis-i şerife mebni husus manasına hamolunmaktadır.
Aynı zamanda asrın müctehidden boş kalması, dini bilen alimden boş kalmasını gerektirmez, demek olur. …………. “Allah Teâlâ’nın emri” kıyametin gelişiyle tefsir edilmese, dünyanın her yerinin değil, sadece bazı bölgelerinin alimlerden boş kalmasına delalet eder.
Yahud kıyametin gelmesi, yer yüzünde alimlerin kalmamasına bağlıdır, demek olur.
Hasılı ………. “Allah Teâlâ’nın emri”nden, kıyamet murad olmayıp, ecelleri murad edilirse, bazı bölgelerde mesela Beyt-i Makdis’te alimler kalmayacak demek olur.
Ve böylece “Allah Teâlâ’nın emri” ecelle tefsir edilirse, kesinlikle hadisin hükmü, içinde alimlerin kalmadığı bölgelere mahsus kalır; böylece konu hadisiyle bu hadis-i şerifin delaletleri birleşmiş olur.
HADİS NO:8
İbnu Abdilber'in Camiu Beyan-il-İlmi adlı eserinde, İbn-ul-Esir'in Camiu-l-Usul adlı eserinde tahric ettikleri bir hadis-i şerifte İbnu Mes'ud radıyallahu anhu şöyle buyurmuştur:
"Kim bir adeti yol edinmek isterse, vefat edenin yolunu yol edinsin. Çünkü muhakkak diri üzerindeki fitneden emin olunmaz. Onlar, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabıdır. Bu ümmetin en üstünleridirler. Kalb olarak en doğrudurlar. İlim olarak en derindirler. Zorluğa en az katlananlardır. Yani, ibadetleri, yemek içimek gibi tabii; ve başkalarının vebali altına çok az girenlerdir. Allah Teâlâ onları Nebisi sallalâhu aleyhi ve sellem'in sohbetine elverişli ve dinini ayakta tutturmak için seçmiştir. Öyleyse onların şereflerini biliniz. İzlerine tabi' olunuz. gücünüz yettiği kadar ahlak ve siretlerine tutunun. Şübhesiz onlar dosdoğru hidayet üzerindedirler."
HADİS NO:9
Ebu Davud, Tirmizi, İbnu Mace ve İmam Ahmed’in tahric ettikleri bir hadiste İrbad bin Sariye radıyallahu anhu şöyle anlatır:
Nebi sallalâhu aleyhi ve sellem birgün bize namaz kıldırdı. Sonra bize yüzüyle yöneldi. Bunun üzerine en açık bir surette öğüt verdi. Ondan benizler sarardı, gözler yaşardı, kalbler korktu. Bir adam: “Ey Allah’ın Rasulü, sanırım ki şu öğüdünüz, vedalaşmanın öğüdüdür. Ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz bize?” dedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Size Allah Teâlâ'dan korkmayı, habeşi bir köle olsa dahi amirinize kulak vermeyi ve boyun eğmeyi tavsiye ederim. Gerçek şu ki, Benden sonra sizden yaşayan, elbette birçok ihtilafları görecektir. Bu takdirde size Benim sünnetim ve Benden sonra rüşd ve hidayet yolunu gösteren halifelerimin sünneti gerek; ona tutunun, aç kimse bütün dişleriyle ekmeğe sarıldığı gibi sımsıkı sarılın. Sizi yeni çıkan bid'at = modalardan sakındırırım. Çünkü yeni çıkan her moda bid'attir. Ve her bid'at dalalettir."
Yani adet olarak değil, din namına ihdas edilen her şey bid'at ve dalalettir.
“Bütün dişlerinizle ısırın” cümlesi, istiare olarak beyan buyrulmuştur. Yani: “Aç bir kimse, elleriyle, dişleriyle, ruhen ve bedenen yiyeceğe yapıştığı gibi, ashabdan sonra gittikçe din kıtlığı başladığında, sizler de sünnetime ve Hulefa’-i Raşidin’in sünnetine yapışın, tutunun. Bunu “Külliyetiniz ile ona tutunun” diye tercüme ediyoruz. Demek ashab, tabiin ve tebe’-i tabiinden sonra, din kıtlığı gittikçe artar. Din kıtlığı arttıkça, emr-i Nebevi üzerine Hulefa’-i Raşidin’in sözlerine, fiillerine ve idareciliklerinde yaptıklarına yapışmamız farz olmaktadır. Evet itikadlarını kendimize ölçü ederiz. Onlardan ayrılmayız. Şereflerini koruruz. Ehli Sünnet vel’Cemaatin bariz alameti de bunlardır.
HADİS NO:10
Mikdam bin Ma’dikerib radıyallahu anhu’dan gelen hadis-i şerifte Rasul-u Muhterem sallalâhu aleyhi ve sellem:
"Umulur ki bir adam kendisine mahsus tahtına yani koltuğuna yaslanmış olduğu halde, hadislerimden bir hadis dile getirirken: <
Hadis-i şerifteki "kendisine mahsus tahtına yani koltuğuna yaslanmış olduğu halde" diye tercüme ettiğimiz ............ cümlesi, <
Yani dini ilimleri bilmeksizin süslü püslü, ziynetli ve zamanımızda müşahade ettiğimiz koltuklar üzerine oturup konuşanın vasfının beyanıdır.
Yani böyle dinde ahkam kesenlerin tanınmaları için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onları vasfetmiştir.
Nitekim aynı hadisin başka bir rivayetinde ...... "Umulur ki bir adam kendisine mahsus tahtına yani koltuğuna oturmuş olduğu halde, bir hadisim dile getirilir..." buyrulmuştur.
Aslında müşahade ettiğimiz koltuklarda oturmaktan değil, ancak dini ilimlerin ve ilmin gerektirdiği edebi korumaksızın ahkam kesmekten ve dinde konuşmaktan sakındırmıştır, birlikte, böylelerinin vasfının izharıyla hamakatları dahi beyan edilmiştir.
Hadisin zahirine göre görülüp bulunması istenilmeyen “adam” ın vasfını, ayet ve hadisten anladığı mananın çirkinliğini, edebsizliğini, hal olan ………. kelimesi beyan etmektedir.
Zira bu hal, mal ve makamla mağrur olanların, Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu nimetlerden ğafil kalanların vasfıdır.
Binaenaleyh ehlinden öğrenmek için uzak beldelere sefer etmeyen, bulunmuş olduğu çevrede oturup refah içerisinde hayat geçirmek isteyenleri Rasulullah sallalâhu aleyhi ve sellem, …………… “kendisine mahsus tahtına yani koltuğuna yaslanmış olduğu halde” cümlesiyle tehdid etmiştir ve birlikte ümmetini onları dinlememelerine teşvik etmiştir.
Arkasına geçmiş olduğu kimseye kör taklidi sebebiyle yahud söylenilen hadisin nefsinin hevasına muhalif olması sebebiyle yukarıda vasıflanan edebsizler: “Bizimle sizin aranızda hakem sadece Allah Azze ve Celle'nin kelamıdır; içinde helal bulduğumuzu helal inanırız; haram bulduğumuzu haram inanırız." derler.
Yahud da: “Bu hadis, Kur’an’ın üzerine ziyadeliktir, artık onunla tutunamayız” derler.
Sözü uzatmayalım. Hadis-i şerif, Kur’an lafzından anlaşılmayan gerek Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinin ve gerekse Hulefa’-i Raşidin’in sünnetlerinin yani hükümlerinin makbul olmasını beyan buyurmuş, aynı zamanda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetini, kendisinin ve rüşd üzerine olan Hulefa’-i Raşidin’in sünnetine tutunmaya teşvik buyurmuştur.
Mesela Hariciler, Kur’an lafızlarının zahirine asıldırlar; manası herkesçe bilinmeyen Kur’an yahud hadis kelimelerinin Arabi belağatını terk ettiler; ve böylece Arabi kelimelerinin kuşatmış olduğu manaları bıraktılar, bu sebeble şaşkınlığa uğradılar ve birçok Müslümanları saptırdılar.
Nitekim Haricilerin aksine Rafiziler, ayetlerin zahiri manalarını terk ettiler; batıl hayallerine ve çöplük gibi çürük fikirlerine tutundular.
Sonra Mikdam bin Ma’dikerib hadisinin delalet ettiği üzere, şu ahmakların zannettikleri gibi, hadislerde varid olan hükümlerin, ayetlerle karşılaştırılmasına, ihtiyaç yoktur.
Zira ümmetin büyük imamlarının ittifakıyla her ne vakit Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bir hadis sabit olursa,
"Bütün özelliğiyle sizce tanınan Ben'im Peygamberim'in size getirdiği hükümleri tutun, size yasakladığı şeylerden sakının"[El-Haşr Suresi ayet 7]
Aynı zamanda "O, başı boş şeylerden konuşmaz. Konuştuğu şey, kendisine vahyedilen vahyin hükmünden başkası değildir." [En-Necm Suresi ayet 3,4] mealindeki ayetlerin deliliyle hadis kendisi bizzat hüccettir, delildir.
Aynı zamanda birbirine muarız olduğu takdirde hadisin manasını ayetle anlamak, ayetin manasını hadisle anlamak, yahud aralarını bulmak için karşılaştırmak gerekir.
İmam Ebu Hanife rahimehullahu Teâlâ’nın: “Hadislerden haber-i ahadla farz sabit olmaz, bir şeyi haram etmeye kafi gelmez” sözüne gelince, bu söz hadislerden haber-i ahadı devreden çıkarmak için değildir. Nitekim İmam Ahmed ve müctehidlerin kısm-ı azamisi dahi, İmam-ı A’zam gibi dediler.
Hatta Hicri 456’da vefat eden Ebu Muhammed Ali bin Ahmed bin Said bin Hazm ez-Zahiri dahi diyor ki: “Ebu Hanife: “Zaif hadis, bizim kıyas ve görüşlerimizden daha evladır ve a’ladır” dedi. Ve Ebu Hanife’nin ashabı onun bu sözü üzerine ittifak ettiler”
[Dipnot: İbnu Abdilberr el-İntika eserinin 144. Sayfasında diyor ki: “Ebu Hanife şöyle diyordu: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen hadisleri, baş ve her iki gözümüzün üstüne kabul ediyoruz. Ashabından biribirine muarız hadis geldiği zaman, seçeriz ve ashabın sözünden asla çıkmayız. Tabiin tarafından gelen söz ise, onlar tabiin adamlar ise, biz de tabiin adamız” Tebyid-us-Sahife adlı eserin 27. Sahifesinde İmam Suyuti şunu nakletmektedir: “Nuaym bin Hammad radıyallahu Teâlâ anhu, -Hicri 181’de vefat eden- Abdullah ibni Mubarek’ten naklen diyor ki: Ebu Hanife sık sık: “Nebi sallalâhu aleyhi ve sellem’den gelen hadis zaif olsa dahi baş ve güzümün üzerinde yeri vardır. Ashabından gelen sözlerden seçeriz ve ashabın sözünden asla çıkmayız. Tabiin tarafından gelen söz ise, onlar tabiin adamlar ise, biz de tabiin adamız. Onlarla birlikte gücümüzü harcarız” diyordu.]
Galiba “Kur’an’la karşılaştırmak gerekir” bahanesiyle hadisleri reddedenler, Peygamber’in şahsiyetini ve ashabın sözlerini devreden çıkarmayı isterler.
Onların meydana sürdükleri “Size bir hadis geldiği zaman, Allah’ın kitabı Kur’an’la karşılaştırın; gelen hadis O’na muvafık ise onu tutun” sözü, hadis değildir, mevdu ve batıldır, asılsız bir sözdür.
Hatta Hicri 233’te vefat eden, hadis ilminde hüccet sayılan İmam Yahya bin Main rahimehullahu Teâlâ’dan: “Bu söz bazı zındıklar tarafından uydurulmuştur” söyleyişi naklolunmaktadır.
Şayed uyduranın ileriye sürdüğü ve uydurduğu bu hadisini, yani “Size bir hadis geldiği zaman..” sözünü ayetle karşılaştırmış olursak, ………………… Bütün özelliğiyle sizce tanınan Ben'im Peygamberim'in size getirdiği hükümleri tutun, size yasakladığı şeylerden sakının"[El-Haşr Suresi ayet 7] ayet-i kerimesine muhalif göreceksin.