Sıfat-ı subûtiye, düşünülmesi müsbet, manaları müsbet; selbiye ise, manaları menfî demektir. Yahud selbî, manası müsbet ise zıddı menfî demektir.
Sıfat-ı subûtiye = müsbet sıfatlar da, sıfat-ı subûtiye-i i'tibâriye ve sıfat-ı Zâtiye-i i'tibâriye olmak üzere iki kısımdır:
Sıfat-ı subûtiye-i i'tibâriye yani var olmaları sebebiyle aynı sıfatla vasıflanan Zat da var olan;
1-Vücud; yani var olmak. Allah Teâlâ'nın varlığı, Kendi Zâtı'dır. Yani Zâtı'nın var olmasının, ğayra ihtiyacı yoktur, tam hayat sahibidir. Bu manayla, bu sıfata, nefsî sıfat denildi.
Mahlukun varlığı öyle değil, birçok şartlara bağlıdır.
2-Kıdem; yani mevcûd-u hakîkî olan Allah Teâlâ'nın ezelî, daha doğrusu başlangıcı düşünülemeyen olması..
3-Bekâ; dâimî ve ebedî olması..
4-Kıyâmun binefsih; Zât'ıyla var olup, başkasına asla muhtac olmaması. Bilakis başkası O'na muhtacdır.
5-Vahdâniyet; ikincisi olmayan ve birlerin içerisine girmeyen bir tek olması..
6-Muhâlefetun lilhavâdis; aklımıza, gözümüzün önüne, vehim ve hayalimize gelen tüm sûretlere muhalif, daha doğrusu benzersiz olmaklığı demektir.
Sıfat-ı Zâtiye-i i'tibâriye ise;
7-Hayat; diri olmak,
8-İlim; bilmek,
9-Semi'; işitmek,
10-Basar; görmek,
11-İrade; dilemek,
12-Kudret; güç sahibi olmak,
13-Kelam; konuşmak,
14-Tekvîn; mahluku var etmek ve belli bir nizama tâbi' tutarak yaşatmak ve yok etmek sıfatlarıdır.
Sıfat-ı subûtiye-i i'tibâriye'nin zıdlarına selbi sıfatlar denilir.
Eğer "selb", "fâil" manasında ise, sıfatın manası mu'teber; zıddı ğayri i'tibârîdir. Bu takdirde "Vücud ve sonraki beş sıfat" selbî, yani manasının zıddını geçersiz kılan sıfat olur.
Şayed "selb", "mef'ûl" manasında ise –ki İbrahim Hakkı'nın tercih ettiği yol da budur– bu takdirde "i'tibârî olmayan sıfatlar" selbî, yani manası menfî ve geçersiz kılınan sıfatlar'dır.
İbrahim Hakkı'nın, aşağıdaki beytlerde selbî sıfatlardan başlamasının sebebi, menfî sıfatların müsbet sıfatlardan önce olmasındandır. Kıymetli eşyanın konulacağı yer, her türlü lekelerden tahliyeyle hazırlanıp temizlendiği, sonra kıymetli eşya konulduğu gibi, zihin ve aklı önce, hayal ve vehmin darbesinden temizlemek gerekti. Bunun için Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah, öncelikle selbî sıfatlardan bahsedecek.
Binaenaleyh bunları selbetmeksizin Allah Teâlâ'ya inanmak, iman sayılmaz. "Âmentü Billah" deyişimizde Allah Teâlâ'nın Zât-ı Şerîfi'nin, cinsi, nev'i olmadığına, mesela «nasıl, ne kadar, nerde, nedir» kelimelerine cevab olmadığına, bu kelimelere cevab olabilecek şeyin tapınılmaya değer kazanmayacağına, müstehak olmayacağına, O Hak Ma'bûd'u bu tür vasıflardan yüceltmek, temizlemek gerektiğine inanmak gerekir. Sonra sıfat-ı subûtiye isnad etmek gerekir.
(16) Sekizdir çün sıfât-ı zâtî İlm ile İrâdetdir
Hayât-u Kudret-u Halk Basar Sem'u Kelâmullah
Allah Teâlâ'nın Zâtî olan subûtî sıfatları; İlim, İrade, Hayat, Kudret, Halk, Basar, Semi' ve Kelam olmak üzere sekizdir.
Şeyh İbrahim Hakkı Hazretleri şimdi, fıtrî imanın yani «Allah vardır = Yaratıcı vardır» kaziyesinin bütün insanların ruhlarının, kalb ve akıllarının derin merkezinde var olduğuna = gizlendiğine = yerleştiğine işaret ederek «Hudâ vardır = Yaratıcı vardır = Allah vardır» dedi ve i'tibâriye sıfatlarına başlayarak şöyle buyurdu:
(9) Hudâ vardır velî varlığına yok evvel-u âhir
Yine Ol varlığıdır Kendi'den ğayri değil Vallah
Allah Teâlâ vardır, lâkin varlığına başlangıç ve sonu yoktur. O'nun varlığı, Kendi'nden başkası değildir.
“Allah'ın varlığı, Kendisi'nden başkası değildir.” ne demektir?
Mesela, insan vardır. Var olması, ana baba gibi sebeblere = illetlere bağlıdır.
Var olduktan sonra yemek, içmek, giymek, barınmak gibi şeylere bağlıdır.
Bağlılığıyla var, bağlılığın kesilmesiyle hiç olur.
Allah Teâlâ, Zâtı'nda tam hayat sahibi olduğundan ve Kendisi, Kendisi'ne kâfi geldiği için hiçbir sebebe, illete muhtac değildir. Bilakis O, sebebleri, illetleri yaratır, yürütür, evirir, çevirir. Yani:
(10) Bu âlem yoğiken ol var idi ferd-u tek-u tenha
Değildir kimseye muhtac ve hep muhtac ğayrullah
Bu âlem yok iken dahi, O hakîkî mevcud var idi. Tek ve yalnız idi. Şimdi de aynı Varlığı'ndadır. Ve böylece devam edecektir. Artık, Allah Teâlâ ğayrine muhtac değildir. Dâimâ ğayri O'na muhtacdır.
[[[ 4-Kıyâmun binefsih; Zât'ıyla var olup, başkasına asla muhtac olmaması. Bilakis başkası O'na muhtacdır.
5-Vahdâniyet; ikincisi olmayan ve birlerin içerisine girmeyen bir tek olması..
6-Muhâlefetun lilhavâdis; aklımıza, gözümüzün önüne, vehim ve hayalimize gelen tüm sûretlere muhalif, daha doğrusu benzersiz olmaklığı demektir.]]]
Hakîkî mevcud, Hâlık Teâlâ'dır yani Yaratıcı'dır. Yaratılan yok iken, O'nun ğayri de yoktu. Yarattığı şeyin adı, âlem ve mahluktur.
Her mahluk O'na muhtacdır; çünkü ezelî değildir. Ezelî olmayan, sonradan var olandır, ki buna hâdis denilir. Yani vücudu = varlığı izâfîdir. İzâfî mevcud ise, hâdis ve mahluktur.
Hakîkî mevcud, ezelî ve kadîm...
Bu iki mevcud, hiçbir zaman birbirine karışmaz. Çünkü izâfî varlık, yani «Sâni'in masnûu» kaziyesinde masnû' yani işlenen, ancak Sâni'e nisbet etmekle düşünülür, müstakil olarak düşünülemez; saat, saatçisiz düşünülemediği gibi; terzilik, terzisiz; tartılan, terazisiz düşünülemediği gibi.
Pek malumdur ki, sanatsız san'atçı, saatsiz saatçi müstakil olarak düşünülebilir.
İşte böylece yaratılan, Yaratıcı'sız düşünülemez; amma Yaratan Kendisi müstakil olarak düşünülür. İşte bu sebeble işlenilen = masnû' ve sanatçı, saat ve saatçi, terzi ve dikilen elbise, terazi ve teraziyle tartılan şey birleşmediği ve birbirinin içine girmediği gibi, Hâlık Teâla da mahlukuyla birleşmez, mahluku Kendisi'ne, Kendisi de mahluku içine girmez. Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah bunu öğreterek: