بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Peygamberimiz Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem

Peygamberimiz Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ'nın nimetlerinden biri, şu varlığın sırrı, Ma'bûd ve Yaratıcı'mızın isim ve sıfatlarını bil­diren, Yaratıcı'mızın münezzeh bütün isimlerinin te­cellîlerinin mazharı, bütün insanlara rahmet olarak gönderilen ve bu sebeble Tevhîde inanmakta iman şartı sayılan, Allah'ın has kullarından başkasının sır­rına vâkıf olamadığı şu gördüğümüz kainatın varlığı­nın devamının sebebi; ve bu hikmetlere mebnî, Zât-ı Akdes Teâlâ ile yaratmış olduğu mahlûkun arasında vasıtadır.

            Vasıtalığında hiç kusur etmeksizin Dîn-i Mübîn-i İslâmiyye nimetini bildirmiştir. Şu madde âleminde dimağının bütün hücrelerinin çalışmasıyla birlikte, manevi olan ruh, kalb ve akl-ı şerîfi beşerî bütün darbelerden, tesirlerinden kurtarıldığı için vasıta kı­lınmıştır. Hicrî 201'de vefat eden İmam Şeyh Ma'rûf Kerhî'nin buyurduğu üzere «Gerek mahlûkun ve ge­rekse Hâlık'ın = Yaratıcı'nın haklarını îfâ etmenin hakîkati = mahiyeti, insanın bedeninde hazine gibi gizlenen aklına, kalb ve ruh gibi sırlarının ğaflet uykusundan uyanmasına, kendine gelmesine ve aynı zamanda fuzûlî âfatlardan, azim ve maksadlardan temizlenmesine bağlanmaktadır.» Ve bu cümlede gerek ilk hukemâ = feylesoflar ve gerekse enbiyâ-i izâm ve gerekse evliyâ-i kirâm, aynı zamanda asfiya ve ulemâ ittifak etmektedirler.

            İnsan, çepeçevre sebeblerle, çevresiyle, iyâlinin terbiyesiyle kuşatılmaktadır; hayatının devamında tıpkı Yaratan'ın inancından ve bu büyük sırdan ğaf­lete düşmektedirler.

            İşte bu ğafletten ayılması, kendine gelmesi, ku­şatıldığı sebeblerin kalbden çıkarılmasına, bütün va­kitlerini âlemlerin Rabb'ine külliyetiyle yönelmekle harcamasına, Zât-ı Akdes Teâlâ'ya yönelmesi anın­da dahi, kendi nefsinin ve kuşatıcı sebeblerin unu­tulmasıyla birlikte diliyle O mukaddes Zât'ı zikretmesine bağlanmaktadır. Bunda dahi bütün akıl sahibleri ittifak etmektedirler.

            Hiç şübhesiz ayılmak, kendine gelmek de, daha evvelden şartlarıyla türlü riyâzetle kurtulan, ebrâr denilen en hayrlı insanlarla düşüp kalkmaktan, on­ların hizmetinde devam etmekten, ilmî terbiyeyi onlardan almaktan başkasıyla aslâ gerçekleşmez. Zira kuşatıldığı sebeblerin sûru = kal'asını delmek, me­şakkatleri yüklenen babayiğit olan zevatların işidir. Nitekim İmam Ebû Süleyman Dârânî diyor ki: “İn­sanın kalbi, kapıları kapalı kurulmuş bir kubbe yerindedir. Kubbenin kapalı olan kapılarından, o ka­pıya bağlı ameli işlemek anahtarıyla melekût = meleu-l-a'lâ = mana âlemi açılır.”

            Demek kapılar, mücâhede, takva, şehvânî duygulardan yüz çevirmekle açılır. Bundan böyle Ömer radıyallahu Teâlâ anhu, askerlerin emîrlerine şöyle yazardı: “Allah'ın ve Rasûlü'nün emr ve yasaklarına boyun eğenlerden işittiğin sözü ezberle, koru. Çün­kü onlara, doğru işlerden başka açılmaz.” Aynı zamanda büyüklerimizden bazıları: “Allah Teâlâ'nın kudreti, âlimlerin ağzı üzerine bir kilittir; Hakk Te­âlâ'nın kendilerine hazırlamış olduğu ve bağışladığı hikmetli sözden başkasıyla açılmaz.” demişler. Di­ğer bazıları: “İsterse Allah Teâlâ, Kendisi'nden kalben korka korka, korkusu ruh, kalb ve aklından zâhirî azalarında görülen kimseleri bazı sırlara muttali' kılar derim.” demiştir.

            Şeyh Cüneyd Bağdâdî de: “Yoktan var olan muhdes insan, ezelî ve ebedî olan Zât-ı Akdes Te­âlâ'ya yaklaşırsa, kendisinde sebeblerin tesiri, su­yun yüzündeki köpük gibi erir, aslâ kalmaz.

            Elbette kendi nefsinden yahud çevresinden, çe­peçevre çevrildiği illetlerden, sebeblerden haber ve­renle, bunların sûrunu delerek Zât-ı Akdes Teâlâ'dan ders alanlar arasında çok büyük farklar vardır.” demiştir.

            Şeyh İbn-ul-Arabî de diyor ki: “Gördüğün elinizdeki ayna, bütün lekelerden silindiği zaman, karşına gelen şeyleri net görmesini, maddi gözünle hissen gördüğün aynayı ve aynı zamanda o aynaya ba­kanın da kendi sûreti güzel ise güzel sûretini, çirkin ise çirkin sûretini aynada gördüğünü, aynı zamanda aynaya bakanın, arkasından gelenin de sûretini gör­düğünü, amma ayna vasıta olmasaydı, onu göreme­yeceğini müşahede ettiğin halde, bu ayna gibi temizlenen sofîlerden ğaybdan haber vermelerini inkar etme.”

            İşte bunun gibi kim kalbinin aynasına yönelir, sebeb ve sebeblerin tesirinin lekelerini, çeşitli riyâzet ve mücâhedeyle silerse, yol engellerini yoldan atarsa, kendi sûretini görür. Sûretini gördükçe, sûretinde = yüzünde, bedenindeki lekelerini siler, temizler; aklî ve ğaybî sûretler, saflığı nisbetinde kalbinin ayna­sında şekillenir, görülür. Hâsılı, aynanın yöneldiği ta­rafın önüne gelen eşyanın sûretini görür. Bunu bildikten sonra herhalde Allah Azze ve Celle'nin, Ne­bîsi hakkında buyurmuş olduğu مَا كَذَبَ الفُؤَادُ مَا رَاَى “Gözünün gördüğü şeyleri, fuâdı = kalbinin saf özü yalanlamadı.” En-Necm Sûresi'nin 11. ayetinin ma­nasını güzelce anladın demektir.

            Bu, kalbin aynasında görmek, inkişaf bağışlayı­şı, enbiyâ ve rasullere, salih âlimlere, muhlis âmiller = çalışanlara, sadık ve ulaşan evliyaya mahsustur.
     İnsan, çepeçevre sebeblerle, çevresiyle, iyâlinin terbiyesiyle kuşatılmaktadır; hayatının devamında tıpkı Yaratan'ın inancından ve bu büyük sırdan ğaf­lete düşmektedir. Bundan böyle insanın, rûhî, aklî ve kalbî = manevi ciheti, bedeninin sinir sisteminde gizlenen beşerî = hayvânî cihetine mağlub kalınca, mağlub cihetini ğâlib kılmak için peygamberlere muhtac olmaktadır.

            Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem, beşerî itibariyle madde âlemini en güzel sûretinde, ruh itibariyle mana âlemini en mükemmel sûretinde görerek ümmetine her iki yolu da göstermekte ve beşerin bu büyük ihtiyacını gidermektedir.

            Allah Teâlâ'nın Onu böyle en mükemmel yarat­ması, mahluku için en büyük nimetidir. Çünkü böyle her iki ciheti parlak olarak yaratılmamış olsaydı ve bize yol göstermeseydi, biz mahluk olarak Kendisine ittibâ' etmeksizin en âlî cihetimizle dahi Ma'bûd'umu­zun sıfatlarını, saf, tertemiz, berrak şeriatini bilmezdik. Zira akıl, her şeyden müteessir ve mağlub ol­ması sebebiyle bu gibi hususlarda, özellikle mebde' ve meâdı bilmesi hakkında çok âcizdir.

Bunun için Allah Teâlâ:لَقَدْ جَائَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ “Andolsun, sizin cin­sinizden size, –her iki ciheti tertemiz– rasul = elçi gel­miştir. Yol şaşırıp işlediğiniz hata ve günahlarınız Kendisine çok ağır gelmektedir. Zira sizin hidayetinizin üzerine pek hırslıdır. Mü'minlere, bütün ihsanıyla kucak açmakta lütuf ve yumuşaklığıyla da rahm-u şefkat etmektedir.”[[1]] ;

aynı zamanda:لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِى رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللّٰهَ وَاليَوْمِ الاٰخِرِ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثِيرًا “Andolsun, Rasûlullah'ta sizin için güzel örnekler vardır; Allah'ın rahmetini uman, ahiret gü­nüne inanıp amaçlarını ahiretine bağlayan ve Allah'ı çokça zikreden kimselere mahsus olmak üzere.”[[2]];

bir de:كَمَا اَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الكِتَابَ وَالحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ “Nitekim sizin cinsinizden size beşerî ve rûhî ciheti âlî rasul gönderdik. Üzerinizde ayetlerimizi tilâvet ediyor = okuyor, sizi temizliyor, Kitab'ı = bütün özelliğiyle Kur'ân'ı ve hikmeti = sünnetini size öğretiyor; daha evvelden bilmediğiniz birçok şeyleri de size öğreti­yor.”[[3]] buyurmasıyla övmektedir.

Yani:كَمَا اَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا “Nitekim sizin cinsinizden size beşerî ve rûhî ciheti âlî rasul gönderdik. Üzerinizde ayetlerimizi tilâvet ediyor = okuyor.” buyurmasında, رَسُولاً kelimesinin tenvîni, ta'zîm içindir. Onun için “beşerî ve rûhî ciheti âlî rasul” diye meal verdik.
        Yani “Sâir peygamberlerden daha mükemmel son peygamber Muhammed sallallâhu aleyhi ve sel­lem'in bedeninin sinir sisteminde gizlenen beşerî = hayvânî –ruh cihetine nisbetle– âdî ciheti dahi, Allah Teâlâ'nın hıfz-u himâyesi, terbiyesi sayesinden, sâir mahlukun türlü riyâzetle ulaştıkları rûhî, aklî ve kalbî = manevi âlî cihetinden daha parlak, daha saf, daha âlî olunca, bu cihetle beşerin âlî ruh cihetine çok yakın, beşerin bedeninin sinir sisteminde gizlenen âdî beşerî = hayvânî cihetinden vahiy sayesiyle çok uzak olunca ve kendisinin ruhuna nisbetle âdî cihetinden daha a'lâ, Zât-ı Akdes Teâlâ'nın kudsî huzuruna lâyık, çok yakın olunca, önü = en âlî ruh ciheti, arkası = beşerî ve hayvânî âlî ciheti, her türlü lekelerden pak, yüzü, arkası ayna halindedir.
            Her iki ciheti, âdi ciheti dahi âlî ve daha a'lâ olmasından dolayı, bütün mahlûku irşad etmeye, yol göstermeye elverişli kılınmıştır. Ve diğer dinlerin üzerine Kur'an'la Onu ğâlib kılması ve mu'cizesinin bütün zamanlarda bâkî kalması cihetiyle Allah Azze ve Celle'nin mahluku üzerine en büyük nimetidir.” demek olur.
            وَيُزَكِّيكُمْ “Sizi temizliyor.” Yani “Âlî ve âdi cihetlerle birlikte küfrün, şirkin, türlü günahların biriken pasından sizi temizlediği cihetle, size öğrettiği şey­leri yaptığınız takdirde siz de hayvânî ve rûhânî ciheti tertemiz olacak keskin akıl, pratik zeka, ahlakın güzellerine, şerefli fiillere sahib olursunuz ve bu hususta Onun mümessili olursunuz.” demektir.
            وَيُعَلِّمُكُمُ الكِتَابَ وَالحِكْمَةَ “Kitab'ı = bütün özelliğiyle Kur'ân'ı ve hikmeti = sünnetini size öğretiyor.” Yani Kur'ân-ı Hakîm'in hükümlerini ayrı, hikmetle dolu sünnetini, fıkhı = dinde anlayışı, helal haramı tefrik edebilmeyi, hak ve bâtılı aslâ karıştırmamayı size öğretiyor.” Demek Kur'ân-ı Hakîm'in hükümlerini ta­lim etmek, tilâvet ve okumaktan başkasıdır. Nitekim öğrenilen şeylerin hükümleriyle amel etmenin ger­çekleşmesi, amelden, amel de, tilâvetle gerçekleş­mesinden dahi ayrıdır. Böylece hikmetin öğrenilme­si, hepsinden ayrıdır. Nitekim hikmet, fıkıhtır = helal ve haramı bilmektir, tefakkuhtur = iyiden iyiye anla­yış, takvayla birlikte tasavvuf = kavlen, amelen, sü­lûken = yol edinilen güzel ahlâk melekesidir. Ve ilmî ve amelî hikmet melekesi, Kitab'ın hükmünü bilmekten apayrı olunca, ayet-i kerîmede «Kitab»dan son­ra «hikmet» kelimesini zikretmek tekrardan münezzeh kılınmıştır.
            وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ “Daha evvelden bilme­diğiniz birçok şeyleri de size öğretiyor.” Yani “Şayed sizin, bedeninizin sinir sisteminde gizlenen beşerî = hayvânî âdi, mağlub cihetiniz dahi saflaşsa, bununla ve birlikte rûhî, aklî ve kalbî = manevi cihetinizle da­hi ulaşamadığınız ve en mükemmel fenlerinizle id­rak dahi edemediğiniz birçok hakîkatleri; geçmiş ümmetlerin hallerini, halen kalıntıları boş kalan harabe sahiblerinin medeniyetini, kendisinden önceki enbiyâ-i izâmın kıssalarını, enbiyâ-i izâma karşı ge­len fir'avn ve nemrudların uğradıkları hüsranı, gele­cekte daha olacak müstakbel birçok havadisleri size öğretiyor.” demektir. Ve bu bütün itibarlarla Allah Te­âlâ Kitabı'nda: مَا كَذَبَ الفُؤَادُ مَا رَاَى “Gözünün gördüğü şeyleri, fuâdı = kalbinin saf özü yalanlamadı.”[[4]] buyurmasıyla dahi Onu övdü. Ebû Ya'lâ'nın, Neseî'nin, İmam Ahmed'in, imam Beğavî'nin tahric ettikleri, Enes bin Mâlik radıyallahu anhu'dan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de: اِسْتَوُوا اِسْتَوُوا اِسْتَوُوا وَاسْتَقِيمُوا فَوَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ اِنِّى لَاَرَاكُمْ مِنْ خَلْفِى كَمَا اَرَاكُمْ مِنْ بَيْنِ يَدَى “Saflarda müsâvî olun. Müsâvî olun. Müsâvî olun. Ve dosdoğru olun. Nefsim kudretiyle yaşayana andolsun, sizi önümde beşerî âlî cihetimle gördüğüm gibi, en âlî ruh cihetimle de arkamda da sizi görmekteyim.” buyurmasıyla kendini bildirdi.