بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

HADİS NO:56_Gerçekte helal bellidir

Bir insan, ahiret âlemine inandığı ve amaçlarını, niyetlerini ahiretteki saadetleri kazanmaya yönelttiği zaman, kalbde Allah'a teslimiyet, zikir ve murakabenin yerleşmesi nisbetinde yasakları terk etmeye, emrleri yerine getirmeye muvaffak olur, hatta mü­bahlarda temkinli davranmak gerçekleşir. Ve işte bunlar hepsi, Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri Nu'man bin Beşîr radıyallahu anhu'dan gelen bir ha­dîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in buyurduğu:

اِنَّ الحَلاَلَ بَيِّنٌ وَاِنَّ الحَرَامَ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا اُمُورٌ مُشْتَبِهَاتٌ لاَ يَعْلَمُهُنَّ كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ فَمَنِ اتَّقَى الشُّبُهَاتِ فَقَدِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ وَمَنْ وَقَعَ فِى الشُّبُهَاتِ وَقَعَ فِى الحَرَامِ كَالرَّاعِى يَرْعَى حَوْلَ الحِمَى يُوشِكُ اَنْ يَرْتَعَ فِيهِ اَلاَ وَاِنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمًى اَلاَ وَاِنَّ حِمَى اللّٰهِ مَحَارِمُهُ اَلاَ وَاِنَّ فِى الجَسَدِ مُضْغَةً اِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الجَسَدُ كُلُّهُ وَاِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الجَسَدُ كُلُّهُ اَلاَ وَهِىَ القَلْبُ

“Muhakkak helal bellidir, haram da bellidir,
fakat ikisinin arasında umum halkın bilemediği işler de vardır.
İnsanlardan birçoğu onları bilmezler.
Artık kim şübhelilerden sakınırsa, elbette dînini ve ırzını = şerefini, dünya ve ahirette korumuştur.
Ve her kim şübhelilere düşerse harama düşmüştür;
korunan bir yerin etrafında hayvan otlatan bir çobanın, hayvan­larını oraya kaçırması yakıncacık olduğu gibi.
Dikkat edin! Her bir hükümdarın korunmuş yerleri vardır.
Dikkat edin! Gerçekte Allah Teâlâ'nın korunmuş yerleri de, O'nun yasaklarıdır.
Dikkat edin! Gerçekte bedende bir parça et vardır; salah bulursa, beden hepsi salah bulur ve bozulduğu zaman, beden hepsi bozulur. Dikkat edin! O da kalbdir.”
mealindeki hadîsi şerîfte kalbin salâhiyetine bağlanmıştır. Tevhîdin ye­ri de kalbdir.
           
"Gerçekte helal besbellidir.” Helal: temiz, hoş ve Allah Teâlâ'nın da hoşnut olduğu şeylerdir. Bu şey­ler, şeriatin tarif ettiği üzere kişinin mülkü ise, helaldir. Buna "tayyib" de denilir. Şübhesiz şer'i şerîf, bu­nu beyan etmiştir. 
“Helal besbellidir.” demenin ma­nası, şeriatte delilleri tesbit edilmiş; yahud da ser­best bırakılmış, şahsın mülkiyetine geçirilmiş demektir. Böylece “Gerçekte haram besbellidir.” Bu takdirde haram, yekîn üzerinde, kendisinin mülküne geçirilmeyen şeylerdir. Ki her müslümana nazaran haramın delilleri açık olduğu için, o da açık ve zâhirdir. Ancak, helal ile haram arasında şübheliler var­dır.
            
“Aralarında bir cihetle harama, bir cihetle helale hüküm olarak benzeyen işler vardır.” Bunun manası da, bir cihetle helale, bir cihetle harama benzeyişi­dir. Ki bu benzeyişten dolayı, delilinde şübhe edilir.
Mesela kendi evinde, bir hurma yahud bilmediği bir kap bulur. Hurma veya bu kabın, kendisinin olup olmadığında şübheye düşer. Buna, benzeyen denil­diği gibi, şübheliler de denilir. Nerde bir müslüman, dînî meselelerinin tatbîkâtında, mesela yapacağı alış verişte şübheye düştüğü anda, derhal dinde tak­va sahiblerinden en güvendiği bir âlime müracaat etmesi farz olur. Bu farzı ödemeyi âdet eden, dînini korumuş olur. Din herkesten öğrenilmez. Tıbda tec­rübe kazanmayan, tabibler tarafından dahi kabul edilmeyen bir doktora itimad edip ameliyat olur mu­yuz? İşte din bundan daha naziktir, daha mühimdir.
            Takvâ, büyük küçük günahlardan sakınmakla birlikte farz ve vacibleri, hatta sünnetlere ehemmiyet vermektir. Bundan daha âlîsine وَرَعْ = vera' denilir.
Vera' yani şübhelilerden sakınmaktan ibaret üstün takvâ, bazan vacib olur; evinde bulduğu kabın, kendisinin malı olduğunu yekînen bilinceye kadar, onda tasarruf etmemek gibi... bazan müstehab olur; malı­nın çoğu haram olan kimseyle alış veriş yapmamak gibi... bazan mekruh olur; helalden verilen hediyeden yahud dînî ruhsatlardan sakınmak gibi.
            Hadîs-i şerîf,
 a-İlmî Tevhîd = kelime-i şahadetin ifade ettiği mananın,
b-Bilfiil haramdan sakınmakla beraber mübahlarda ihtiyatlı bulunmanın,
c-Kerahati sabit olan yahud bid'at olmaklığı muhtemel olan tüm şübhelilerden bile kaçmanın,
d-Şeriate göre töhmet altına girilebilecek her yerden kaçmanın,
e-Daimi bir sûrette, ruhunun, çoban; azalarının, çobanın idaresi altındaki hayvanlar gibi olduğunu ve birlikte Allah Azze ve Celle'nin kontrolü altında ol­duğunu düşünmenin şuurunda olmanın kalbde tabi'­lenmesiyle amelî Tevhîdin ancak gerçekleşeceğini açıklamıştır.
            Bu noktadan hareketle gerek ilmî Tevhîd ve gerek dört itibarla amelî Tevhîd, kalbin salâhiyetine, “Dikkat edin! Gerçekte bedende bir parça et vardır; salah bulursa, beden hepsi salah bulur ve bozulduğu zaman, beden hepsi bozulur. Dikkat edin! O da kalbdir.” buyrulmakla bağlanıldı. Ve gerçek iman da bu­dur.
            Şeriatin zâhirine inanılması, başlangıçta hayal ise de, binnetice uzun tatbîkattan sonra, iman, hakî­kate dönüşür. Ve hakîkate dönüşmesiyle iman, öyle bir dereceye varır ki, yer gök ahalisi İslam Dîninin herhangi bir hükmünü inkar etmekte birleşseler bile dahi, yine de iman kal'ası sarsılmaz. Buna «yekînî iman», «tefekkür makamı», «zikir makamı», «murakabe makamı», «velâyeti suğrâ makamı», «İbâ­dullah makamı» denilmektedir.
            Bu hal ashâb-ı kirâmın kısm-i a'zamîsinde bulunuyordu; tâbiîn ve tebe'i tâbiîne kadar devam etti; üçüncü asır başlangıcından itibaren kırıldı. Kırıla kı­rıla geldi. Şimdi ise bu iman, ancak efrâd-ı üm­mette yani müjdelenen ğarîblerde bulunmaktadır. İnsanla­rın kısm-i a'zamîsi dînini hayal zanneder. Yani imanı yekîn derecesine varmıyor. Bugünkü umum müslü­manların kayadan kayaya çarpılmalarının, türlü belalara giriftar olmalarının yegane sebebi, azaların­daki amelî Tevhidin gevşek olmasındandır. Geri kal­manın sebebi de budur.
            Okuyucuların afuvuna sığınarak; bugünkü müs­lümanlar, ne gavur gibi robotlaşıyor, maddeye inanı­yor, ne ruhbanlar gibi kılıfına çekilip ruha inanıyor, ne de ikisine birden inanıp haklarını vermekten ibaret «Sırât-ı Müstakîm»in = «ilmî ve amelî Tevhîd»in, diğer ifadeyle bilerek dînini tatbik etmenin kurtarıcı olduğunu biliyor, derim.