بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

SÖZLÜK

SÖZLÜK
A
adem = yokluk, Türkçe­de «adem»in karşılığı «hiç» kelimesidir; Arabcada ise nefiy edatlarıdır. Arabcada لَمْ gibi nefiy edatla­rıyla, Türkçede «hiç» lafzı gibi bir ekle yokluk mana­sında kullanılır ve konu olur. .[27/s.248]
 
âdet; tabi'le(mek), tabiatlen(mek) [27/s.22]
âlem-i nebat = âlem-i eşcâr ; Sadece çoğalmaya elverişli, his ve hareketi ol­mayan madenlerden mercan, ağaçlar, çayırlar gibi.
âlem-i eşcâr ; bakınız âlem-i nebat
 
Ahiret günü, dünyanın son günü yani ölümle başlanan gündür. [27/s.216] bakınız: Yevm-il-âhir
           
aslî unsurlar: zerreler; Allah Teâlâ yeri, gökleri yaratmayı murad ettiği zaman, kendisinden cisimler meydana gelebilecek maddeleri, tartılmaya, taşınmaya, uzanmaya, taksim olmaya, şekil kabul etmeye, bitişmeye, ayrılmaya, gözlerle görülmeye, el ile tutulmaya ve daha birçok özelliklere elverişli îcad etti, yani maddeleri yoktan var etti. Bu maddelere aslî unsurlar da denilir, zerreler de denilir. [27/s.152]
Bu zerreler yahud bu cevherlerin dengesini sağ­layanlar elektron, proton, nötron asıl cüzlerdir[27/s.152] cevherler, bizzat kendileri düşünüle­bilir, konu olabilir
 
 
«Allah» lafzı, ezelî, ebedî, kemal sıfatlarını ku­şatıcı hak Ma'bûd'un özel ismidir. Bu lafız, sadece Vâcib-ul-Vücûd olan Zât'a mahsustur. Özel isim olunca tercümelerde değişmeyi kabul etmez. [27/s.67]
 اَللّٰهُ “Allah” diyen: “Yaratıcı olan Vâcib-ul-Vücûd, hak Ma'bûd'um, ezelîdir, ebedîdir; var etme, yok etme sıfatlarını Kendisi'nde hasretmiş ve selbî sıfatlardan münezzehtir.” demek ister.
[27/s.67]
 
"Allah" lafzı; kemal sıfatlarını, Esmâu-l-Hüs­nâyı, Tekvîn sıfatını, ezeliyet ve ebediyet manasını kuşatmıştır, zira hepsinin ismidir. [27/s.71]
 
Âmentu Billah: “Allah'ın varlığına birliğine, meleklerin erkek ve dişi olmadıklarına, taat yapmak tabiatinde nurdan yaratıldıklarına, kitablarının hü­kümlerinin hak olduğuna, göndermiş olduğu enbiya ve rasullerine ve getirdikleri hükümlere ve ahiret gü­nüne dahi inandım.” olmak üzere imanın beş rüknü ve Kadere iman ise, Allah Teâlâ'nın varlığına, bir­liğine iman etmeye yani «Âmentu Billah»a dahildir. [27/s.208]
 
Âmentü Billâhi: “Allah Teâlâ tam bir hayatla hayat sahibi, ezelden ebede kadar her şeyi bilendir, her şeye kâ­dirdir = gücü yetendir, her avazı işitir, zerreye varın­caya kadar her cüsseyi görür, konuşucudur, dileyicidir, yaratıcıdır.” bilip demekle inan(mak). [27/s.208]
Âmentu Billah'ta: “Allah'ın varlığına birliğine, meleklerin erkek ve dişi olmadıklarına, taat yapmak tabiatinde nurdan yaratıldıklarına, kitablarının hü­kümlerinin hak olduğuna, göndermiş olduğu enbiya ve rasullerine ve getirdikleri hükümlere ve ahiret gü­nüne dahi inandım.” olmak üzere imanın beş rüknü beyan edilmiştir. Kadere iman ise, Allah Teâlâ'nın varlığına, bir­liğine iman etmeye yani «Âmentu Billah»a dahildir
 
Akâid, akîde: “Kaziyenin doğruluğuna hüküm etmek ve hükmüne bağlı kalmak” demektir.[27/s.71]
 
Araz; kendisi kendi varlığını sağlamayan, bilakis ancak cevherlere = zerrelere bitişmekle varlığı gerçekleşen; şekil, cüz­lerin arasındaki boşluk, hareket ve sükûn gibi [27/s.152] «kem», cisimle varlığı düşünülen arazdır
a'râz = vasıf­lar ve haller [27/s.173]
 
a'yân = cevherler, zerreler. [27/s.173]
 
 
B
bitta'yîn = kesin hüküm [27/s.234]
 
بُشْرَى = buşrâ:  müjde = sevinçli haber mukabilinde verilen bahşiş [27/s.224]
 
 
 
C
celî = aşikâr [12/s.37]
 
cevherler = elektron, nötron, proton gibi aslî cüzler [27/s.150] “Cisimler, parçalanması mümkün olma­yan zerrecik'ten tertiblenmiştir.”
Eski ulemâmızın cevher diye tarif ettikleri, yer almaya muhtac olma­sına rağmen kendi kendini idare eden maddeler = zerrelerin, elektron, proton, nötron olmak üzere par­çalarıdır. [27/s.152]
Allah Teâlâ yeri, gökleri yaratmayı murad ettiği zaman, kendisinden cisimler meydana gelebilecek maddeleri, tartılmaya, taşınmaya, uzanmaya, taksim olmaya, şekil kabul etmeye, bitişmeye, ayrılmaya, gözlerle görülmeye, el ile tutulmaya ve daha birçok özelliklere elverişli îcad etti, yani maddeleri yoktan var etti. Bu maddelere aslî unsurlar da denilir, zerreler de denilir. [27/s.152]
Bu zerreler yahud bu cevherlerin dengesini sağ­layanlar elektron, proton, nötron asıl cüzlerdir[27/s.152] cevherler, bizzat kendileri düşünüle­bilir, konu olabilir
 
cihad  = her türlü İslâmî hizmetlerde çalışma [12/s.75]
 
cisim, en az iki cevherden oluşmaktadır. Yani üç cüz'ü itibariyle iki madde = zerre, bir cisimdir. [27/s.155]
 
cüz'î irade ; Allah Teâlâ kula iki türlü güç bağışlamakla isteğine ulaşmasına imkan vermiştir: Birinci kuvvet, bilkuvve yapabilmektir; buna kudret-i mümküne = yapabilme gücü denilir. İkin­cisi, bilfiil, istenilen işi yapmasının gücüdür, karar vermesidir. Mesela Allah Teâlâ'nın sağlam gözü vermesi kuvve-i mümküne­dir, ayrıdır; bir de vermiş olduğu gözün bilfiil bakması yahud kapatılması kuvve-i meyseredir, o da apayrıdır. İşte cüz'î irade denilen şey de budur. [27/s.151]
Hem mesela bir insanın kolunun biri felç, diğeri sapa­sağlam olursa, felç olan kolunda kuvve-i mümküne bulunsa bile hareketinden sorumlu olmaz. Amma sağlam kolunda kuvve-i meysere olduğu için, hareketinden, mesela tokat vurmakla so­rumlu olur. İkisini idare eden aynı ruhtur, aynı sinirdir. Ruhu da, onları da yaratan, sadece Allah Teâlâ'dır 
Cüz'î irade: Ulemâmız, «İlim, maluma tâbi'dir.» kaziyesinden hareket etmekle: “Kulların azmaları = Allah Teâlâ'nın yapması – yapmamasından ibaret olaylara muvafakat göstermelerinin, kulun, iradesine bağlı hayr ve şerrin ikisinden birisini tercih etmesinin var olduğuna inanırım: Cüz'î irade de budur. Kulun da, Allah'ın kud­retine göre, yaratması – yaratmaması müsâvi olan iki taraftan hayra azmasında sevab kazanacağına; hayır, şerre azmasında azabı hak etmesine inanıyo­rum.” dediler. . [27/s.171]
 
cüz'ü lâ yetecezzâ :  kâbil-i taksim olmayan  yani zerrenin en ufak parçası [27/s.151]
 
D
Dâbbet-ul-arz = Sâlih peygamberin devesinin yavrusu[27/s.188]
 
Din, insanı yaratılışının hakîkatinden haberdar eden, Allah tarafından kullara sevkedilmiş bir kanundur. Gerçek şu ki, peygamberlerin Allah Teâlâ tarafından insanlara getirmiş oldukları İlâhî kanun; zabtolunup yazılmak itibariyle millet, âdet gibi tatbik olunduğu ve tatbik de haliyle makbul görüldüğü cihetle din, gizli ve aşikârede ona boyun eğildiği için yani inki­yaddan dolayı İslam, kalben tasdîk olduğu itibarla iman ve itikad, ayrıca kanun olarak milletin ittifakıyla makbul görüldüğü, kâfi inanıldığı cihetle şeriat kelimeleriyle ifade olunur ve tarif edilir = diye tanıtılır. [27/s.74]
 
Dînî ilimler,  ilm-i usûl = tashîh-i itikad ilmi ve ilm-i usûl-u fıkıh, ilm-i tefsîr, ilm-i hadîs, ilm-i fıkıh, ilm-i tasavvuf ve bu ilimler kendisiyle tanınıp bilinen sarf, lüğat, nahuv, belağat ve levazımları olan şer'î ilimlerdir.  [27/s.193]
 
Dindarlık da = sohbet de,
a-Allah Teâlâ'ya kul olunmaya nazaran, devamlı O'ndan korkmak ve kulun kendini Rabb'inin murakabesi altında bilmesi ve güzel edebde bulunması,
b-Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e üm­met olunmaya nazaran, sünnetine = şeriatine = bil­dirdiği kanuna tâbi' olunması ve öğrenmeye, öğret­meye çalışılması,
c-Ulemâ, evliya ve ehli irşâda talebe ve mürid olunmaya nazaran, saygıyla kendilerine hürmet edil­mesi,
d-İyal ile muameleye nazaran, güzel ahlakta bu­lunulması,
e-Düşüp kalktığı çevresine nazaran, gülümseme ve günah olmayan latîfelerin söylenmesi,
f-Çevredeki cahillere duada bulunup hataların­dan göz kapatarak kendilerine şefkat edilmesinden ibaret altı şeydir
Gerçek iman ve islam yahud dindarlık, gizlide Allah Teâlâ'nın ve aşikârede de bütün müslümanların nazarında tastam eminliktir. Bu, ihlasla tabir olunur. Bunun zıd­dı nifak yahud riyâkârlıktır. Nifak imanı, riyâ da ibadetin sevabını ibtal eder. [27/s.289-290]
 
 
H
hafî = gizli [12/s.37]
 
Hamr = aklı bozan şeyleri [27/s.194]
 
hayâ' = iman nuru [27/s.195] Allah'tan korkmak, mahluka şefkat ve dindarlık [27/s.196]
 
hissî bilgi = manevi duygular.[27/s.13]
 
 
E
 
Ebed, sonu düşünülemeyen, şimdiden sonrasını sayarsan, sayının bittiği nokta ebed = sonsuz olur. Ezel, ebed kavramı, insanın vehminden çıkan bir i'tibârî faraziyedir. Aslında baş­langıçsız ve sonsuz, sayı ve zamana sığmaz, demektir. [27/s.68]
 
Ehli bid'at = bid'atçi de, dinden olmayan şeyleri dindenmiş gibi inanan yahud yapandır. Bu takdirde inançta muhalif olanla aslâ birleşilemez. Çünkü ilm-i usûl-u din = ilm-i sıfat = ilm-i Tevhîd = ilm-i kelam = temel olan inançta muhalif, Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri, Âişe radıyallahu anhâ'dan nakledilen, sened ve tevatürle bize ulaşanمَنْ اَحْدَثَ فِى اَمْرِنَا هٰذَا مَا لَيْسَ مِنْهُ فَهُوَ رَدٌّ “Kim şu bizim işimizde = dînimizden olmayan bir şey icad ederse, kendisi de, ihdas ettiği şey de reddedilmiştir.” mealindeki hadisten dolayı mutlak dalâlettedir.[27/s.78]
 
Ehli Sünnet vel'Cemaat de, ashab, tâbiîn ve te-be'-i tâbiînden müteşekkil üç tabaka ulemâ ve bu­güne kadar onlara uyan, yollarını takib edenlerdir.
Ehli Sünnet vel'Cemaat, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den ümmetine hadisleri, Kur'ân'ın tefsirini, fıkıh, yani helal, haram hükümlerini, i'tikâdî iman meselelerini = ilm-i Tevhîdi = ilm-i sıfatı, tasavvuf yani zikir ve ahlakla nefsi kemâle erdirmesi yol­larını, siyer ilimlerini yani kendisinden dînî meselesini naklettiği ve kendisinden dînini öğrendiği ho­casının = şeyhinin ve silsile olarak Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e varıncaya kadar şeyhinin şeyhinin, buluğ çağından itibaren vefatına kadar metodoloji olarak hayatını bilen ve tanıyan, ilmini nakledendir, ashab, tâbiîn ve tebe'-i tâbiîn olmak üzere üç asırda yaşayan ulemâsının şereflerini bilen, koruyan, tanıyandır. Ve bu haslet, müslüman­lardan başka hiçbir millette bulunmamaktadır. Onun için İslam düşmanları bütün bataryalarını bu meseleye yöneltirler. [27/s.78]
 
Erkan, silsile ferdlerin asıl maddesine erkan = elementler, unsurlar denil(ir) [2/s.15]
Ervâh-ı habîse, = habis ruhlar, şeytan, şer işlemekten başka bir şey bilmezler.[27/s.12]
 
Eş'arî ; Dîne, İmam Eş'arî'nin çıkarıp hazırladığı aklî ve naklî delillerle inanıp hükmedenlere Eş'arî derler.
Hicrî 260'da doğan ve 330, bazılara göre 324'te vefat eden, iman ve yekîn nurlarıyla Allah Teâlâ tarafından basîreti = kalb gözü aydınlanan Şeyh Ebu-l-Hasen el-Eş'arî, kelam ilminde bü­yük payeye ulaşan, Ehli Sünnet vel'Cemaatin şeyhi, önderi, kendisinden sonra gelip de kendisine uyan kelam ulemâsının imamı, hâlis akîdeyi ayet ve hadislere tıpatıp uygun olmakla beraber aklî delillerle izah eden, izah ve beyanıyla rasullerin efendisinin sünnetine = dînine = şeriatine yardım eden, müslü­manların din ve akîdelerini bozmak isteyenlere karşı var gü­cüyle cebhe alan ve akîdeyi koruyan, hâsılı dîni müdafaa eden, Ebu-l-Hasen Ali bin İsmail bin Ebî Bişr, yani İshak bin Sâlim bin ismail bin Abdullah bin Musa bin Bilal –yani Basra'nın emîri– bin Ebî Bürde bin Ebî Musa el-Eş'arî'dir. Ebû Musa el-Eş'arî ise, ashab-ı kiramdan, Yemen Valiliği'ne tayin edilen meşhur Abdullah bin Kays bin Haddâr el-Eş'arî el-Yemenî radıyallahu anhum'dur. [27/s.78]
 
el-asfiyâ kelimesinin iki manası var­dır: Birincisi, beşerî ve nefsânî arzulardan temizlen­miş, kemâlâta ermiş, hâlis ve salih insanlardır.  İkinci manası, seçkin olan nebîler ve en üstün derecede ünsiyet makamında Allah Teâlâ'nın seçtiği hal ve makâmâtın sahiblerinden seçilmektir. Bu takdirde asfiyâ, hem rûhen özleştirilmiş, hem de Allah tarafından tac gibi seçilmiş manasındadır. [27/s.120]
 
Ezâzil; = Şeytan, Âdem'in yaratılışından önce yeryüzünde kavminin ulusu idi. Kavmi = kabilesi isyan ettiler. Allah onları cezalandırdı, hepsini yok etti. Ezâzil yalvarmıştı da, bu sebeble meleklerin içerisine alınmıştı.[27/s.21]
 
Ezel, başlangıcı düşünülemeyen,. Geçmiş zamanı saysan, sayının son bulduğu nokta ezeldir, sayısız demektir. Ezel, ebed kavramı, insanın vehminden çıkan bir i'tibârî faraziyedir. Aslında baş­langıçsız ve sonsuz, sayı ve zamana sığmaz, demektir.
[27/s.68]
 
 
F
fâil-i hakîkî : Allah Teâlâ .[27/s.175]
 
Farz: Allah Teâlâ'nın yahud Peygamber'in açık bildirdiği emrinin yerine getirilmesidir. Bu gibi farzın inkarı küfürdür, terki fâsıklık yani günahkâr olmaktır, azabı hak etmektir. Diğer ifadeyle farz, varlığı kesin, delili kesin olan Allah Teâlâ'nın emridir. [27/s.263]
Farz-ı kat'î, varlığı ve delili kat'î olan şey­dir; abdestte başın mutlak meshedilmesi gibi. [27/s.265]
Farz-ı amelî ise, abdestte başın meshedilmesi mikdarında şübhe olandır; yine başın dörtte birini meshetmek gibi. farz-ı amelîyi inkar eden kafir olmaz. [27/s.265]
Farz-ı ayn: Yapılması her şahıs üzerine gereken şey­dir; beş vakit namaz gibi. Hanefîye göre otuz iki farz vardır. [27/s.264]
Farz-ı kifâye: Herkese emredilen ve gereğini bir kişinin yapmasıyla sâkıt olan emrdir; hastayı ziyaret etmek, cenazenin levazımları gibi. [27/s.264]
 
fuâd = kalbin saf özü .[27/s.183]
 
 
 
H
hâ­dis ; ezelî olmayan, sonradan var olan. Yani vücudu = varlığı izâfîdir. İzâfî mevcud ise, hâdis ve mahluktur. .[27/s.96] ; bakınız ; İzâfî mevcud
 
Hanefî; Amelde imamımız, yani dînin tatbîkâtını bize öğ­reten, Hicrî 80 senesinde doğan ve 150'de vefat eden Nu'mân bin Sâbit İmâm-ı A'zam = Büyük İmam'dır. Bu tatbîkatta olanlara Hanefî derler.[27/s.77]
 
Haram: Allah Teâlâ'nın, kuluna «Yapma!» diye yasağının işlenmesidir. Diğer ifadeyle haram, apaçık kesin delille Allah Teâlâ'nın yasak ettiği şeydir; zina, katl, içki gibi. Yasağını helal sayan, kafir; işleyen de âsîdir. [27/s.263]
 
hayvânî kuvvet ; Toprağın özünden hayvana, hayvandan babalarına, ana babalarından kendilerine intikal eden av ve avcılık yani hayvânî kuvvet = hayvânî istek ve arzuları kendilerine (insana) içten saldırdı. Bilmedikleri birçok şeyleri, şeytanın fısıltısından, vesvesesinden, aynanın aksi gibi aldılar. İçlerine şer girdi, yerleşti, tabi'lendi, tabiatlendi = âdet haline geldi.
[27/s.22]
 
Havadis, (Silsile) ferdlerin(in) asıl  maddesi erkan = elementler,  unsurlar(ın) bir araya gelip de terkiplenmesi, birleşmesi, dağılması, görülmesi, kayboluvermesine denilir. [2/s.15)
 
Havf = şirkten korkmak ve korunmakla da cehennemin ve içindeki azabın hak olmasına hüküm ederek vesilelerinden = küfür, şirk, nifaktan korkmakla kaçmak. [27/s.211]
Havf = Allah'tan korkmak[12/s.70]
 
Hikmet : fıkıhtır = helal ve haramı bilmektir, tefakkuhtur = iyiden iyiye anla­yış, takvayla birlikte tasavvuf = kavlen, amelen, sü­lûken = yol edinilen güzel ahlâk melekesidir. [27/s.181]
 
Hudâ, Allah Teâlâ'nın isimlerinden vad'î bir isim­dir. Yani «Allah» Lafza-i Celâl'inin karşılığı değil, «ya­ratan, yaşatan» manasında olup, اَلخَالِق = «El-Hâlık» ve اَلرَّب = «Er-Rabb» demek manasındadır.[27/s.65]
 
hukemâ = feylesoflar  [27/s.181]
 
 
İ
İhlas: Bütün amaçları, maksadları, Allah'ın rıza­sının kazanılmasına ve ahiretteki mutluluğa bağla­makta hiçbir şeyi karıştırmamaktır. Yahud ğarazsız, ivazsız, Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmayı amaçla­maktır. Bu amaçla bilfiil taat ve ibadeti icrâ etmek, haram ve tahrîmen mekruhlardan kaçmaktır. [27/s.265]
 
İhsan: Rasû­lullah sallallâhu aleyhi ve sellem:اَلاِحْسَانُ اَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ فَاِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَاِنَّهُ يَرَاكَ Tanıttığım ihsan = bütün özelliğiyle iyilik: Kendisi'ni görürcesine Allah'a ibadet etmendir. Sen her ne kadar O'nu görmesen de, hiç şübhesiz O seni görmektedir.” buyurdu. [12/s.21]
 
İhsan:  اَحْسَنْتُ الكَلاَمَ “Sözü güzelleştirdim.” örneğindeki gibi اِحْسَان “ihsan” kelimesi, kendi nefsiyle müteaddî olduğuna göre “ihsan”: “Güzelleştirmek, çeki düzen vermek, düzeltmek, iyilik yap­mak” manasındadır. Hayır, اَحْسَنَ اِلَيْهِ “Kendisine iyilik yaptı.” diye اِلَى “ilâ” harfiyle müteaddî olduğuna göre اِحْسَان “İhsan” kelimesi, “iyilik yap­makla nimetini ğayrine ulaştırmak” demektir. [12/s.46]
            اَلاِحْسَانُ اَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ فَاِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَاِنَّهُ يَرَاكَ “Tanıttığım ihsan = bütün özelliğiyle iyilik: Kendisi'ni görürcesine Allah'a ibadet etmendir. Sen her ne kadar O'nu görmesen de, hiç şübhesiz O seni görüp durur. diye hadîs-i şerîfte tanıtılan “ihsan”, birinci mana üzerine gelmektedir.
            Allah'a karşı “ihsan”, kula karşı “ihsan” olmak üzere ihsan iki kısımdır.
            “Allah'a karşı ihsan –yani çeki düzen vermek ve düzeltmekle iyilik yapmak–, kulun kendini Rabb'inin kontrolü altında bulundurarak kendine çeki düzen vermesiyle iyilik yapmasıdır.”
            Diğer ifadeyle “İhsan, kulun basîretiyle görürcesine Allah Teâlâ'ya ihlas üzere ibadet et­mesidir.”
            “Müşâhede” ve “Muhâsebe” olmak üzere ihsanda iki makam vardır; Müşâhede Makamı, Muhasebe Makamından daha üstündür:
            a-Hadîs-i şerîfte: “Kendisi'ni görürcesine Allah'a ibadet etmendir.” demekle ifade edilen “Müşâhede Makamı”, kulun kendini Rabb'inin kontrolü altında bulundurması, görürcesine O'na ibadet etmesi, ibadetinin yahud Ma'bûd'u­nun nurlarını basîretiyle görmesi demektir;
            b-Hadîs-i şerîfte: “Sen her ne kadar O'nu görmesen de, hiç şübhesiz O seni görüp durur.” demekle ifade edilen “Muhâsebe Makamı”, kulun, “Rabb'im beni görür.” diye kendisine çeki düzen vermesi, günahlardan tevbe etmesi, amelini güzelleştirmesi, zikir ve taatle Rabb'ine yönelmesi demektir.”
Hadîs-i şerîfte “görerek” denilmeyip, “görürcesine” diye buyrulması, Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın Zât-ı Şerîfi'nin gözle yahud basîret yani kalb gözüyle dahi görülmeyeceğinin ifadesidir. [12/s.47]
 
 
İhtilaf: Hedefe ve maksada ulaşılması için müctehid­lerin kendi delillerini izah etmelerine ihtilaf denilir. Buna münazara da denilir.
            İhtilaf eden müctehidlerin aynı kaynaktan delil almalarına misal, Bir tek olan âlemin Sâni'ine, tüm Nebîlerin davalarına, müteşâbih nasslara, Allah Te­âlâ'nın sıfatlarına iman etmeleri ve bu maksadda it­tifakla beraber, ayet, sünnet = hadis ve ulemânın ic­mâından delil almaları ve sadece çalışmanın ayrı­lığıdır.
            Aynı kaynaktan delil almakta ittifaktan sonra, maksadın birleşmesine misal, müctehidlerin Allah Teâlâ'nın rızasının kazanılmasını maksad edinmeleri, aynı zamanda maksad ve amaçları da uhrevi ni'metlere bağlamalarıdır, başka her illet ve ğarazı, şahsî menfeati sarf-ı nazar etmeleridir.[27/s.258]
 
 
İlah, tabii olarak ruhen sevilen, dolayısıyla nimeti sevilen ve azabından korkulan Ma’bud = Rabb’dir. [2/s.14]
İlah; Arabcada ma'rife olan اَلاِلٰهُ «el-İlah» lafzına hilafla, nekre olarak اِلٰهٌ "İlah" kelimesi, hak olsun bâtıl olsun, küllî bir mefhumun = cinsin ismi olup bu itibarla “Hak olsun bâtıl olsun, ciddî bir sûrette insanın kendisinden korktuğu yahud aşırı derecede sevdiği o şey kendisine ilah = tapınak olur.” demektir. Örfen de böyledir. Bir kızın âşığı için: “Filan filana tapıyor = seviyor.”; esir alana zilletini izhar eden esir için: “Esir taptı, taparcasına korktu.” denilir.
            Bilahare «ilah» lafzı, tapılması hak ve gerçek olan Vâcib-ul-Vücûd hakkında da kullanılmıştır. Bunun için şahadet kelimesinde, «ilah» lafzı menfî, «Allah» lafzı ise müsbet olarak kullanılmıştır.
«İlah»ın mana­sı: “Kendisinden korkulmaya müstehak ve lâyık ve zâtından dolayı sevilen ma'bûd” demektir.[27/s.68]
 
İlah” kelimesinin manası, mücerred “tanrı” demek değil, bilakis kendisine tapınılan, mah­bûb = ciddî sevilen yahud zâtından korkulandır; Allah Teâlâ'dan başkası bu vasıflarla vasıflanamaz. .[12/s.132]
 
 
İhsan, kulun kendini Allah Teâlâ'nın huzurunda bulundurması, görürcesine emrlerinin yerine getirilmesi, yasaklarından sakınılmasıdır. Şu muhakkak ki, “Rabb'im beni görür, halimi bilir ve huzurunda­yım.” diye inanan kolayca günah işleyemez ve isyan edemez. Malum, ibadeti terk etmek de isyandır. İba­deti terk eden, bilhusus farzlarını bırakan, elbette ihsanın zaiflemesinden dolayı terk etmiştir. [27/s.266]
 
İltizam: emrlerinin imtisâli, yasakların ictinâbı boyna alınması yani imanın kendisine farz olmaklığının şuurunda olunması [27/s.208]
 
İman, güven almak manasında olan اَمْن «emn» kelimesinden müştaktır. Bu itibarla اِيمَانٌ بِاللّٰهِ = Allah'a iman'ın manasının birinci sûreti, şekten ve şübheden ârî bir yekîn = kesin kabul ile Zât-ı Şerîfi'nin Varlığı'nın kabul edilmesidir.
İkinci sûreti, O Zat tarafından gelen bütün haberlerin, kizbe yani yalana aslâ ihtimal taşımadığına hüküm edilmesidir. Ve tereddüdsüz yani şübheden ârî, emrlerinin imtisâlinin, yasaklarının ictinâbının boyna alınmasıdır = iltizamdır, yani imanın kendisine farz olmaklığının şuurunda olunmasıdır.
Üçüncüsü, yine kalbinde, şuurunda tereddüdsüz inandığı, hüküm ettiği ve tasdik ettiği için de, Allah Teâlâ'dan güvenin alınmasının sûretidir, yani söz­leşmesidir. [27/s.208]
 
İman: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'in vahiy vasıtasıyla Allah Teâlâ'dan getirdiği ve bildirdiği temel inanç ve yapmak olarak namazın farz olduğuna, terk olarak zinanın haram olduğuna inanmak gibi tüm amellerin hak ve gerçek olduğunu kalben tasdik etmek, dil ile ikrâr etmektir.[27/s.218]
İman, kendisi, hidayet ve ikrâr olmak üze­re iki kısımdır. Hidayet, Allah Teâlâ'nın fiili olduğu, yani iman, Allah Teâlâ'nın armağanı olduğu cihetiyle mahluk değildir. Amma ikrar, kulun fiili olduğundan, kul gibi mahluktur, sonradan yaratılandır. .[27/s.218]
Allah'ın nezdinde iman bir bütündür. Mü'minlerin kalbleri arasında müteferrik = ayrı ayrı parçalardır. .[27/s.218]
İman dört kısımdır:
            a-Tabiî iman; bu meleklerin imanıdır,
            b-Makbul iman; bu mü'minlerin imanıdır,
            c-Merdud iman; münafıkın imanıdır,
            d-Mevkûf iman; kafirin imanıdır.
Seyyid Şerif gibi bazı ulemâ, iman-ı mahfuz, evliyânın imanı; iman-ı masum, enbiyâ ve rasullerin imanı diye iki mertebe daha eklemişlerdir. [27/s.219] Öz cevher itibariyle iman bölünmez bir bütün(dür).
İman, zâtı itibariyle ziyade ve eksik olmaz. Allah Teâlâ onu asıl öz cevheriyle korur. [27/s.220]
İmam Eş'arî'nin, “İman, çoğalmayı = kuvvetlen­meyi, azalmayı = zaiflemeyi kabul eder.” demesi, kulun kisbini nazar-ı itibare almasındandır. Tasdikten bahsetmedi. İmam Mâturîdî ise, tasdîki ele aldı: “Noksan olmaz = eksilmez.” sözünü hakîkî mana­sında kullandı. İttifakla beynamazın imanıyla namaz kılanın imanı bir değildir.
[27/s.220]
İman-ı Billah, tasdikten ibaret olup, imanın kendi cevherini ve imanın etrafında do­laşan şübhelerinin semerelerini de idare eder; bu cevher inkar ve nifaktan başkasıyla çıkmaz, yok ol­maz. Ahiret gününe iman da, «iman-ı Billah»a dahildir. [27/s.196]
İman-ı Lillah, tıbkı iman cevherinin etrafında dolaşan ve şu'belerinin semeresi sa­yılan hayâ', haşyetullah, mehabbetullah, ihlas gibi güzel ahlak melekeleridir; bu çıkar. Bunun çıkma­sıyla, haliyle yasaklanan günah işlenilir. Ahirete amaçları bağlama, bu şu'beye dahildir. Amacın zaif­leşmesiyle çirkinlik işlenir, demek olur.[27/s.196]
İman nû­runun = tasdik ve ikrârın asıl cevherinin kendisi de­ğil, ziyâsı ve semeresi olan hayâ', korku ve benzer semerelerdir .[27/s.197]
 
Lüğatte “İman: Güven almak, güven vermek.” manasında olunca lüğat manasına nazaran, “Rasûlullâh'ın iyiden iyiye cüzleriyle talim ettiği iman: Kesin kararla bir insanın: “İmanın altı, İslamın beş esası hak ve gerçektir, inandım.” demesiyle Allah ve O'nun Rasûlü'ne güven vermesi, Peygamber'in dili üzere Allah ve O'nun Rasûlü'nden güven alması ve
اَلمُؤْمِنُ مَنْ اَمِنَهُ النَّاسُ عَلَى دِمَائِهِمْ وَاَمْوَالِهِمْ “Gerçek Mü'min, kanları ve malları üzerinde halkın kendisine güvendiği kimsedir.” hadîs-i şerîfinin hükmünce halkın nezdinde dahi güvenilir olması.” demektir.
            اَلاِيمَانُ مَعْرِفَةٌ بِالقَلْبِ وَاِقْرَارٌ بِاللِّسَانِ وَعَمَلٌ بِالاَرْكَانِ “İman, kalble bilmek = hak ve gerçektir diye hükmetmek, dille ikrar etmek, dînî esaslarla amel etmektir.” diye hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere “Istılâhî ve şer'î manasına nazaran Peygamber'in ashabına öğrettiği iman: Cibrîl vasıtasıyla Peygamber'in Allah Teâlâ Cânibi'nden getirmiş olduğu dînî hükümlerin hak ve gerçek olduğunu kalben tasdik, dille dahi ikrar etmek.” diye tanıtılmaktadır.
“Tasdik, müsbet bir şeyin, kalben kesin kararla hak ve gerçek olduğuna hükmetmektir.” [12/s.18-19]
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ashabın öğrenmesi için imanı, oluşturan cüzleriyle tarif ederek:
            اَلاِيْمَانُ اَنْ تُؤْمِنَ بِاللّٰهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَاليَوْمِ
الاٰخِرِ وَتُؤْمِنَ بِالقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ “Tanıttığım İman, Allah'a, meleklerine, kitablarına, rasullerine, ahiret gününe, bir de kaderin hayrına ve şerrine inanmandır.” diye buyurdu. [12/s.20]
 
İmanın Şartları: İmanın, onlarsız gerçekleşmeyeceği şartları vardır; bunlar:
            1-Ğayba iman etmek, yani görmeksizin imanın altı rüknünü kalben tasdik etmek, yani içtenlikle hak ve gerçektir diye görürcesine karar vermek ve hükmetmek,
            2-İnanılması gereken esaslara Peygamberi­miz'in ve ashabının tarifine göre inanmak,
            3-Allah Teâlâ'nın azabından korkmak ve O’nun rahmetine ümid bağlamak,
            Yani Dînimizin emrlerinin yerine getirilmesi karşılığında sevabın verilmesine inanmak,
            Dînimizin yasakladığı şeyleri işleme karşılığında da cezanın verilmesine inanmak,
            4-Allah Teâlâ'nın emrlerinin gereği yerine getirilse bile azabından korkmak; şirk, küfür ve nifak müstesna olmak üzere büyük günah işlenilse bile Allah Teâlâ'nın rahmetinden ümid kesmemek,
            5-Hiçbir şübheye girmeksizin ölünceye kadar iman üzerinde sebat etmek; küfre sebeb olabilecek şeylerden kesinlikle sakınmak olmak üzere beş şarttır.
İmanın Rükünleri: Rükün = esasları ise:
            1-Peygamberimiz'in tarif ettiği şekilde Allah Teâlâ'nın Varlığı'na, Birliği'ne ve kemal sıfatlarına inanmak,
            2-Nurdan yaratılan meleklerin varlığına inan­mak,
            3-Kitabların hükümlerinin her zamanda hak ve geçerli olduğuna inanmak,
            4-Enbiyâ'-i izâm ve rusul-ü kirâma, yani peygamberlerin zatlarına, kemal sıfatlarına inanmak,
             5-Kaza ve kadere yani hayr ve şerrin Allah Teâlâ'nın icadı, hüküm ve takdîriyle olduğuna inanmak,
            6-Ahiret gününe, yani ölümden sonraki bedenle haşre gitmenin, hesab, kitab, mîzan, sırat, cennet ve cehennemin varlığına inanmak olmak üzere altı esastır.
[12/s.23-25]
 
İmkan, silsile ferdlerinin onunla vasıflandığı varlık ve yokluk vasıflarıdır. [2/s.14]
 
İslam, lüğatte: “Zâ­hirde azalarla boyun eğmektir; beraberinde iman ol­sun, olmasın.”
            Şeriatte ise, iki sûrette kullanılmıştır:
            1-Lüğat manasında,
            2-Istılâhî manasında. Yani içtenlikle boyun eğ­mek, yaratanın emr ve yasaklarına teslim olmaktır. Hanefîlerin hepsi, ehli hadis ve Mu'tezilenin ittifakıy­la; iman ve islam, ikisi, birdir. Nitekim bu mesele müstakil olarak gelecektir. Yani kalben, aklen, gizlide dahi inandığı için boyun eğmeye iman, bedenen fiile geçirmeye de islam denilir. Mesela namazın farz olduğuna şübheden ârî inanmak, iman; bilfiil kılmak, islamdır.[27/s.74]
İslam, lüğatte: “Zâ­hirde azalarla boyun eğmektir; beraberinde iman ol­sun, olmasın.”
Şeriatte ise, iki sûrette kullanılmıştır:
1-Lüğat manasında,
2-Istılâhî manasında. Yani içtenlikle boyun eğ­mek, yaratanın emr ve yasaklarına teslim olmaktır. Hanefîlerin hepsi, ehli hadis ve Mu'tezilenin ittifakıy­la; iman ve islam, ikisi, birdir.Yani kalben, aklen, gizlide dahi inandığı için boyun eğmeye iman, bedenen fiile geçirmeye de islam denilir. Mesela namazın farz olduğuna şübheden ârî inanmak, iman; bilfiil kılmak, islamdır.[27/s.74]
İslam ise, hakka muhalefet etmekte inadı, onu kabul etmekten yüz çevirmeyi, haddi aşmayı yani ki­birliliği terk etmek, inkiyad = kalben ve rûhen kabulle boyun eğmek ve iz'an = ihlas üzere kabul ve boyun eğmenin şuurunda olmak ve şartıyla teslim ve istis­lam = idaresi altına ve emrine girmekten ibarettir.
Tasdîke özel yer var; o da kalbdir. Kalbin ter­cümanı ise dildir.
Teslime gelince, o, kalbi, dili, azaları kuşatır. Çünkü her kalbî tasdik, teslimdir, hakkı kabul etmemeyi ve inkarı terktir. Dil ile itiraf da böyle.
Azalarla boyun eğmek, yani inkiyad = kalben ve rûhen kabulle boyun eğmek ve taat de böyledir. Bundan böyle lüğatte gereken şey, islamın imandan daha umum, imanın ise daha has olmasıdır. Böylece iman, islamın en şerefli cüz'ünden ibaret oldu. Bu takdirde şübhesiz, her tasdik teslimdir, fakat her teslim tasdik değildir.» Eş'arî mezhebinde olanların hepsi böyle demektedirler. Amma filhakîka umum, husus birbirinden ayrı demek değildir; cins ve nevi' gibidir; “Her isim, kelimedir, ama her kelime isim değildir.” deyişimiz gibi. [27/s.206]
İslam: Ashab, tâbiîn ve tebe'-i tâbiînle tanınan İslam, bilfiil tatbîkî olarak Allah Teâlâ'nın emrlerini yerine getirmek, yasaklarını terk etmektir. [27/s.218]
 
ittibâ' = her hususta uymak .[12/s.82]
 
inkiyad = kalben ve rûhen kabulle boyun eğmek .[27/s.206]
 
 
İslamın rükünleri; 1-Allah Teâlâ'dan başka Hak Ma'bûd olmadığına şahadet etmemle birlikte Muhammed sal­lallâhu aleyhi ve sellem'in de O'nun kulu ve rasûlü olduğuna şahadet etmemdir.
            2-Beş vakit namazı yerli yerinde ta'dîl-i erkanla devamlı kılmamdır.
            3-Ramazan orucunu tutmamdır. Yani niyetle bir­likte fecrin doğuşuyla güneşin batışına kadar, yemek, içmekten, cinsî münasebetlerden, orucu bozan her türlü müfsidlerden sakınmamdır.
            4-Zekatı müstehaklarına vermemdir. Zekat da, nisaba giren mallarımdan belli bir cüz'ü Kur'an'da belirlenen sınıflarına mülk ettirmemdir.
            5-Güç bulunması, yolun da selâmetli olması şartıyla haccetmemdir.
            İslam'la mükellef olmanın şartı, akıl, erginlik ça­ğına ulaşmak, İslam Dîni'nden haberdar olunması ve imkan derecesinde yapmak gücüdür. .[27/s.76]
 
 
İslam: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ashabın öğrenmesi için İslamı, oluşturan cüzleriyle tarif ederek:
اَلاِسْلاَمُ اَنْ تَشْهَدَ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
وَتُقِيمَ الصَّلاَةَ وَتُؤْتِىَ الزَّكَاةَ وَتَصُومَ رَمَضَانَ وَتَحُجَّ البَيْتَ اِنِ اسْتَطَعْتَ اِلَيْهِ سَبِيلاً
“Tanıttığım islam,
            (a)Allah'tan başka azabından korkulan, zâtıyla yahud nimetiyle sevilen ve Rabb olması sebebiyle tapınılan hiçbir ma'bûd olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmendir.
            (b)İhlas üzere ta'dîl-i erkanla Peygamber'in tarifine uygun namazı yerli yerinde kılmandır.
            (c)Zekatı vermendir = malından belli bir cüz'ü belli şahısların mülküne geçirmendir.
            (d)Ramazan orucunu tutmandır.
            (e)Ona yol bulsan, Beyt-i Muazzama'yı haccetmendir.” diye buyurdu.[12/s.21]
 
İslam, inanılması şartıyla Allah Teâlâ'nın emrine teslim olmak demektir. Nitekim Muâ­viye bin Hayda'nın dedesi Muâviye radıyallâhu Teâlâ anhu Peygamber'e gelerek:
            “Ya Rasûlallah, Rabb'imiz neyle Seni seçip bize göndermiştir?” Rasûlullah:
            بِدِينِ الاِسْلاَمِ “Şirk, nifak, riyâ ve inkarın karışımından hâlis İslam Dîniyle Beni seçip gönderdi.”
            Muâviye: “Allah Teâlâ'nın Cânibi'nden bize getirdiğin her türlü karışımdan hâlis İslam Dîni­nin şer'î hükümleri nelerdir?” diye sorunca Ra­sûlullah'ın:
اَنْ تَقُولَ اَسْلَمْتُ وَجْهِىَ لِلّٰهِ وَتَخَلَّيْتُ وَتُقِيمَ الصَّلاَةَ وَتُؤْتِىَ الزَّكَاةَ وَكُلُّ مُسْلِمٍ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ مُحَرَّمٌ اَخَوَانِ نَصِيرَانِ لاَ يَقْبَلُ اللّٰهُ مِمَّنْ اَشْرَكَ بَعْدَ مَا اَسْلَمَ عَمَلاً حَتَّى يُفَارِقَ المُشْرِكِينَ
            a-“Her türlü şirk ve şeriklerden boşalmış olduğum halde bütünümle Allah'a teslim oldum, dersin = inanırsın.
            b-İhlas üzere ta'dîl-i erkanla beş vakit namazı dosdoğru kılarsın.
            c-Zekatı müstehaklarına verirsin.
            d-Her Müslümanın hürmeti her Müslümana vacibdir = gerekmektedir: Birbirine yardımcı iki kardeşlerdir.
            e-Müslüman olduktan sonra müşriklerden tamamen ayrılıncaya kadar Allah'ın hiçbir ameli kabul etmeyeceğini bilmendir...” diye buyurduğu hadîs-i şerîfin ve:فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالعُرْوَةِ الوُثْقَى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ “...Artık kim tâğûtu inkar ederek bırakır ve Allah'a iman ederse, şübhesiz o kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir.” buyrulan ayet-i kerîmenin hükmünce tâğûtun, şirk ve müşrikin, küfür ve kafirin terk edilmesi şartıyla İslam;
Allah Teâlâ'nın dînine inanarak teslim olmak, ihlas üzere ta'dîl-i erkanla namazı yerli yerinde kılmak, Dînin helalini helal, haramını haram saymak, her Mü'min kardeşinin malını, kanını, namusunu korumakla gerçekleşir. [12/s.27-29]
 
 
İslam:   يَا عَدِىَّ بْنَ حَاتَمٍ اَسْلِمْ تَسْلَمْ “Ey Hâtem oğlu Adî! ihlas üzere teslim ol; selamet bulursun = ebedî olarak ateşte yanmaktan kurtulursun.” buyurduğunda Adî bin Hâtem:
            “İslam nedir?” diye sorunca, Rasûlullah'ın:
            تَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاَنِّى رَسُولُ اللّٰهِ وَتُؤْمِنُ بِالاَقْدَارِ كُلِّهَا خَيْرِهَا وَشَرِّهَا حُلْوِهَا وَمُرِّهَا “Allah'tan başka azabından korkulan, zâtıyla yahud nimetiyle sevilen ve Rabb olması sebebiyle tapınılan hiçbir ma'­bûd olmadığına ve gerçekte Benim Allah'ın Ra­sûlü olduğuma şehadet edersin; kaderlere: Hayr olsun şer olsun, tatlı olsun acı olsun, hepsinin Allah'ın hükmüyle olduğuna inanırsın.” diye buyurduğu üzere Tevhîde inanılması, dünyada Allah'ın dînine teslim olunmasını, her şeyin
Allah Teâlâ'nın hüküm ve kazasıyla olduğuna inanılmasını gerektirir; bunsuz Tevhîde iman sahîh olmaz. [12/s.32]
 
İslam : Bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel­lem'e gelerek:
            “Allah'ın yüzü hürmetiyle Senden sorarım: Rabb'imiz neyle Seni seçip bize göndermiştir?” Rasûlullah:
            بِالاِسْلاَمِ “İslamla.” Adam:
            “İslam nedir?” diye sorunca Rasûlullah'ın:
            اَنْ تُسْلِمَ وَجْهَكَ لِلّٰهِ وَاَنْ تُخْلِىَ لَهُ نَفْسَكَ “İslam, Allah Teâlâ'nın Varlığı'na, Birliği'ne içtenlikle inanarak bütün kıvılcımlarınla Allah'a teslim olman ve O’nun için kalbini küfür, şirk ve nifaktan boşaltmandır.” diye buyurduğu hadîs-i şerîfin hükmünce gerek namazın dışında ve gerekse namazın içinde şehadet kelimesini getirerek Tevhîde yani İslam Dînine inanan Muvahhid Mü'minin şehadeti; şirk ve müşriki, küfür ve kafiri, nifak ve münafıkı bırakmasını, İslam Dînine inancını bozacak söz ve hareketlerden sakınmasını, ihlas üzere ta'dîl-i erkanla namazı yerli yerinde kılmasını, her Mü'min kardeşinin malını, kanını, namusunu korumasını, helalini helal, haramını haram inanmasını gerektirir, yani farz kılar. [12/s.55]
 
İstitâat = kuvve-i meysere = bilfiil yapabilmeye karar vermek[27/s.146]
 
istis­lam = idaresi altına ve emrine girmek [27/s.206]
 
İzâfî mevcud ; nerde, nasıl, ne kadar, neyden, niçin kelimelerine cevab olabilen mahluktur. Var iken varlığında; yok iken yokluğunda dahi ğayrine muhtacdır; ruh, enerji, madde, cisim, sûret gibi. [27/s.94]
İslam, Allah'tan başka ilah = ma'bûd = ciddî sevilen = hakîkaten kendisinden korkulan olmadığına ve Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in de Allah'ın rasûlü olduğuna şaha­det etmendir.” [27/s.203]
 
iz'an = ihlas üzere kabul ve boyun eğmenin şuurunda olmak[27/s.206]
 
 
G Ğ
Ğayri meşrû': Haram, tahrîmî mekruh, ten­zîhî mekruh olarak İslamın yasakladığı şeylerdir. [27/s.277]
 
K
Kâlû belâ; O zamandır ki, Allah Teâlâ, Âdem aley­hisselâm'ın sulbünden tüm insanların ruhlarını zerrecik sûreti üzerine yaratmıştı; o zamanda onları mükellef kılmıştı. Karşısına alıp kendilerine: “Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?” diye hitab etmişti. Mü'­minleri, kafirleri, hepsi: “Evet, Rabb'imiz olduğunu itiraf ederiz.” diyerek yekpâre halinde secde ettiler.   Ne var ki kafirler ahidlerini = sözleşmelerini boz­dular. Mü'minler, İslam fıtratı = yaptıkları sözleşme üzerine kaldılar. [27/s.84]
 
kanun; nizamnâme = tüzük [27/s.22]
 
Ka­der = şu gördüğümüz madde âlemini (Allah Teala’nın) bilfiil var etmesi yani îcadı, devam ettirmesi yani lehinde sebebleri yürütmesi, idare etmesi yani belli bir kanuna, nizama tâbi' tutması [27/s.172]
kader, Hak Teâlâ Haz­retleri'nin, ezelden ebede kadar olacak şeylerin za­manını, türlü vasıflarını ve havâssını = türlü özelliklerini ve sâir tefâsilini bilip ezelde takdir edilmiş olması [27/s.172]
 
Kader = Allah'ın hüküm ve kazasının hayrına ve şerrine inanma(k) Yani Allah Teâlâ'nın mahluku yaratmadan önce hayrı ve şerri takdir ettiğine, kai­natın hepsinin, hatta erkek olmak, dişi olmak gibi hü­kümlerin cümlesinin, hüküm ve kazasına bağlı kaldığına inanmak [27/s.216]
 
Kaza yani şu gördüğümüz madde âle­mi yok iken ilm-i ezelîsinde bilkuvve var olacak kai­natın bütün teferruatıyla plânının var olması [27/s.172]
Kaza,  Allah Teâlâ'nın, irade ve takdir buyurmuş olduğu şeylerin zamanı geldikçe onları tıpatıp ilim ve iradesine muvafık sûrette îcad (etmesinden) bu­yurmasından ibarettir. [27/s.172]
 
kem, cisimle varlığı düşünülen arazdır[27/s.155]
 
Kur'an ; Tevrat, İncil ve Zebur gibi Allah Te­âlâ'nın manevi kelâmına bağlı sözüdür.
[27/s.66]
 
kudret-i mümküne = yapabilme gücü,  bilkuvve yapabilmektir. [27/s.146]   bakınız; Kuv­ve-i mümküne.
 
Kuv­ve-i mümküne = bilkuvve yapabilme imkanı = yap­maya elverişli hissi ve iş gören azasının yapmaya elverişli olması. [27/s.146]   = mücerred bilkuvve yapabilme imkanı
Kuvve-i meysere = bilfiil, istenilen işi yapmasına ciddî karar verme hissi [27/s.146] bilfiil, istenilen işi yapmasının gücüdür, karar vermesidir.
 
küfür; Allah Teâlâ'nın sıfatlarından birinin mahluka, noksan sıfatlardan birinin Allah Teâlâ'ya nisbet edilmesi  [12/s.57]  
 
 
L
Lâ ilâhe illallah; لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ= «Lâ ilâhe illallah»ın manası ; “Allah'tan başka gerçekte kendisinden korkulan ve sevilen, dolayısıyla kendisine tapılan hiçbir rabb ve ilah = tapınak yoktur.” demektir. Her mü'minin "Lâ ilâhe İllallah" dediğinde, اَلاِلٰـهُ «El-İlah» yahud اِلٰهٌ «ilah», اَلرَّبُّ «Er-Rabbu» ve اَللّٰهُ «Allah» lafzı olmak üzere bu üç kelimenin gerçek manasını bilmesi farzdır. [27/s.72]
 
 
M
ma'dûm = varlığı olmayan.  Ehli Sünnet vel’­Cemaat: “Ma'dûm, varlığı olmayandır, var sayılmaz; görülmesi de yoktur, konu da olmaz.” dediler.[27/s.247]
 
Ma'rifetullah : İnsan, vasıtasız, ruhunu, kendi yüzünü, hatta bedeninin iç yüzünü göremediği gibi, Rabb'inin Zât-ı Şerîfi'ni de göremez; kendini mesela ruhunu, aklını, organlarının nasıl çalıştığını tarif edemediği gibi, Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın Zât-ı Şerîfi'ni de göremez, tarif edemez; bilakis zamanına yetiştiği vahiyle şereflenen peygamberlerden, getirdikleri kitablar­dan, son olarak Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'den, getirdiği Kur'an ve hadislerinden, vasıtasız vasıtayla Allah Teâlâ'nın Zât-ı Şerîfi'nin isim ve sıfatlarını öğrenir, tanır ve peygamberin tarifi üzere başkasına tanıtır. Bu işe “Ma'rifetullah” denilmektedir. [12/s.49]
 
ma'rûf = bilinen, tanınan ve makbul olan[27/s.208]
 
Ma'rûf: Allah Teâlâ'nın hak ve gerçek olarak tanıttığı ve güzel gösterdiği hasletlerdir. [12/s.35]
 
masnû' yani işlenen, (izafi varlık) ancak Sâni'e nisbet etmekle düşünülür, müstakil olarak düşünülemez; saat, saat­çisiz düşünülemediği gibi; terzilik, terzisiz; tartılan, terazisiz düşünülemediği gibi. [27/s.96]  işlenilen = masnû' ve sanatçı, saat ve saatçi, terzi ve dikilen elbise, terazi ve teraziyle tartılan şey
 
Mâturîdî ; İ'tikadda imamımız, yani Dînimize aklî ve naklî delillerle nasıl inanacağımızı bize öğreten, Hicrî 333'te vefat eden Ebû Mansûr Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd el-Mâturîdî'dir.  İmam Mâtu­rîdî'nin çıkarıp hazırladığı aklî ve naklî delillerle ina­nıp hükmedenlere Mâturîdî derler. [27/s.77]
mefhum = anlam .[27/s.247]
 
Melâike: elçiler manasından olup «melek»in çoğuludur. Bu manadan nakil olunarak, cis­mânî bulanıklıktan berî, ulvî ve nûrânî ruhlara isim olundu.
Binaenaleyh melekler, nûrânî cisimler olup, Allah ile nebîleri ve saflaşma makamına ulaşan as­fiyâ kulları arasında vasıtadırlar. Aynı zamanda âle­min var olma, yok olma hâdiselerinde de vasıta olurlar. [27/s.212]
 
Melekler, nûrânî latîf cisimler olup Allah'ın tak­dîriyle = hükm-ü kazasıyla muhtelif şekillerine girmelerine muktedir, bir anda Arş'a kadar yükselip inişe kabiliyetli, zorluğa katlanmaksızın tabiatleriyle tesbih edicilerdir, diye de tarif edildi. [27/s.212]
Melekler: Yemezler, içmezler, uyumazlar, araların­da erkeklik, dişilik yoktur, latîf = öz, nurdan cisimlerdir, Allah Teâlâ'nın emrine karşı gelmezler, emro­lundukları şeyi derhal yaparlar. [27/s.213]
 
melekût = meleu-l-a'lâ = mana âlemi . [27/s.182]
 
Meşrû': Farz, vacib, sünnet, müstehab ve mü­bah olarak İslam Şeriatinin bize yapılmasını emrettiği şeydir. [27/s.277]
 
Mezheb : Ashabdan sonra iki hayrlı asırda yaşayan müc­tehidler, evvela ayete, hadîse = sünnete = Peygam­ber'in sözüne, fiiline, takrîrine,
            İkinci kez ayet ve hadîsin hükmünün nesholup olmamasına, lüğatine, örfî manasına,
            Üçüncü kez, nesholmadıysa yani hadîsin tarihini tesbitten sonra ashabın bu ayet yahud şu hadisle nasıl amel ettiğine yahud nasıl söylediğine,
            Dördüncü kez, söyleyenin kimliğine, yani meseleyi izah eden yahud ayete mana veren yahud ha­dîsi nakledenin metodoloji olarak hayatına bakarlar­dı.
            Hayatını ele alarak: Takvâ mı, değil mi, salih mi, değil mi, inandığı yahud işlediği bid'ati var mı, yok mu? Bid'atine davet eder mi, etmez mi?
            Bütün bunlarda bu muvaffakiyetlerden sonra be­şinci kez, takva, vera', salahiyetle birlikte adalet, sıdk = doğru söz söylemek = dürüstlüğüne bakarlar;
            Kabul ettilerse, ne söylediğine, ne için söylediği­ne, nasıl söylediğine bakarlardı. Aynı zamanda as­habın sözüne, fiillerine bakarlardı, düşünürlerdi, ça­lışmalarının nihayetinde aldıkları neticeyi yazarlardı, tesbit ederlerdi. Bu tesbit ve yazıya mezheb denilir. Mesela, İmâm-ı A'zam radıyallahu anhu'nun halka­sında hadis âlimleri, fıkıh âlimleri, hâfızlar otururlar­dı; sorulan meselenin delillerini ortaya koyarlardı. Delillerini yazmaksızın aldıkları neticeyi yazarlardı. Bu yazı ve tesbit, İmâm-ı A'zam'ın mezhebi oldu..[27/s.259]
Muhalefet, maksad ve hedefin ayrılması sebe­biyle mütefekkirlerin, riyâset, şöhret, yiğitlik, servet gibi şeyleri maksad edinmeleri ve fikirlerini, maksad ve arzularını, türlü güç harcayarak revaca sokma­larıdır. Buna cidal de denilir. İslam Dîninde cidal yoktur. [27/s.259]
Mezheb; Kitab yani Kur'ân'a, Sünnet yani Peygamber'in sözüne, fiiline ve takrîrine ve ümmet ule­mâsının söz birliğine tıpatıp muvafık çalışmaktır. [27/s.86]
Mezhebler ; Dört mezheb (vardır). Birincisi, İmâm-ı A'zam Nu'mân bin Sâbit el-Hanefî, ikincisi, Muhammed bin İdris eş-Şâfiî el-Kureşî, üçüncüsü, Hicrî 179'da vefat eden Mâlik bin Enes el-Esbahî, dördüncüsü, Hicrî 241'te vefat eden Ahmed bin Hanbel, imamlarımız­dır, Allah hepsinden razı olsun. Bunl arın gittikleri yol, yani mezhebleri haktır, dosdoğrudur. [27/s.85]
 
Mislî, ortağı .[27/s.89]   ; bakınız şerîk
 
mu'ciz ; En son zamanda artık değişmeye elverişli olmayan, insanın doğumundan önce ve ölümünden sonraya kadar her cins her tabaka insanlara yol gösteren, mu'ciz, yani insanı âciz bırakan, tabiat kanununun çok fevkinde;
mûciz, yani az öz kelime ve cümlelerle birçok manaları, hükümleri kapsayan Kur'ân'ı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e indirdi. İşte bu itibarla indirilen kitabın hükümleri din = şeriat = islam = millet ismiyle isimlendirilmektedir. Ve bunu öğrenmekle mükellefiz.
            İşte bu مُعْجِز = mu'ciz ve مُوجِز = mûciz Kur'ân, Arab harflerinin elif bâ harflerinden terkiblendiği ve kelime, cümle haline geldiğine rağmen, aynı cümlesinden, en avam tabakası = bedevi, kendi seviyesine göre anladığı gibi, herhangi bir ilimde ihtisas gören en zeki, en âlim de kendi seviyesine göre anlar. [27/s.25]
 
muhlis âmiller = çalışanlara, sadık ve ulaşan evliya [27/s.184]
 
Muhabbet: Lüğatte “muhabbet yani sevgi”, güzelliğinden dolayı bir kimseye yahud bir şeye meyletmektir. Bu tür meyillere, fıtrî, tabiî sevgi denilmektedir. [12/s.52] Allah Teâlâ, irâdî sevilmesinin madenini yani cevherini, her canlının fıtrî ve tabiî sevgisinin sert kabuğu içerisinde gizlemiştir. [12/s.53]
 
Muhâsebe Makamı, kulun, “Rabb'im beni görür.” diye kendisine çeki düzen vermesi, günahlardan tevbe etmesi, amelini güzelleştirmesi, zikir ve taatle Rabb'ine yönelmesi demektir.[12/s.47]
 
Muhsin kul, hayatına çeki düzen verip kendini Rabb'inin kontrolü altında bulunduran, azabından korkması, nimetini sevmesi sebebiyle de zikir ve ibadete devam eden, Allah Teâlâ'
nın kuluna da iyilik yapan Mü'min ve Müslim kimse demektir. [12/s.62]
 
Mukadderât ; Zât-ı Akdes Teâlâ’nın (ilmi ezelisindeki) plân ve projesinin sûreti [27/s.172]
takdîrât-ı ezeliyye = plânı, projesi
 
Mübah yahud helal, Allah Teâlâ'nın ve O'nun Rasûlü'nün yasaklamadığı, yemek, içmek, evlenmek gibi şeylerdir. [27/s.264]
 
Müctehid;  görüşünü Kur'ân'a, Sünnete ve üm­met ulemâsının söz birliğine tıpatıp uydurmaya var gücüyle çalışandır. [27/s.86]
Müctehid, görüşünü Kur'ân'a, Sünnete ve ümmet ulemâsının söz birliği­ne tıpatıp uydurmaya var gücüyle çalışandır. İctihad, müctehidin çalışması demektir.[27/s.257]
 
Mümteniu-l-vücud ; Yani aklın varlığını düşünemediği ve kabul etmediği yahud dü­şünse bile isbatlayamadığı şeydir, yani olmayan şeydir.[27/s.67]
 
Mümkün-ül-vücud ; aklın, varlığını yokluğunu eşit düşünebil­diği, isbatladığı vücud = varlık vardır. Allah'tan başka her şeyin adı «mümkün-ül-vücud»dur. [27/s.68]
 
Mü'min; Peygam­ber sallallâhu aleyhi ve sellem'in Allah Teâlâ tara­fından getirmiş olduğu hükümlere, tasdik ve ikrar şartıyla inanan, mü'min ve müslimdir. [27/s.206]
 
Münker: Allah Teâlâ'nın yasakladığı, fena ve çirkin olarak tanıtıp belirttiği hasletlerdir. [12/s.35]
 
Müstehab: Bid'at olmaksızın, salih ulemânın, müctehidlerin sevdikleri ameldir. [27/s.264]
 
Müşâhede Makamı, kulun kendini Rabb'inin kontrolü altında bulundurması, görürcesine O'na ibadet etmesi, ibadetinin yahud Ma'bûd'u­nun nurlarını basîretiyle görmesi demektir.[12/s.47]
 
 
N
Nazar, irâdî olmayan ve kişinin ruhunda gizlenen aşırı hırs ve hasedin, beğendiği şeye aksetmesiyle ortaya çıkan zararlardır.[27/s.254]
Nafile, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in gizlide yaptığı ve emretmediği şeylerdir. Terkinde bir şey yok, yapılmasında sevab var. [27/s.264]
 
Nebî, tebliğle emredil­mediği halde Allah Azze ve Celle'nin vahiyle gön­derdiği insandır. Şayed tebliğle emredildiyse aynı zamanda rasuldür. Şu halde her rasul, aynı zamanda nebîdir, amma her nebî rasul değildir. [27/s.215]
 
nifak; kalbî inkar .[12/s.57]
 
P
Peygamber, Allah Teâlâ'nın kendisini seçkin ve mahlukuna haber vermesi için yarattığı, sonra kendisine vasıtalı vasıtasız vahiy gönderdiği, yol gösteren üstün insandır. [27/s.66]
 
 
R
 
اَلرَّبُّ = «Er-Rabb»; sahib, ıslah edici, üstün reis, hükümdar, tedbirci, kemâle erdirici ve ma'bûd = tapılmaya değer manasındadır. Hakîkat itibariyle "ilah" manasındadır. Bu takdirde rabb olan, ilah... ilah olan, rabb'dir.
            Lüğat olarak «Rabb» kelimesi, Vâcib-ul-Vü­cûd'un ğayri hakkında yani herhangi bir mahluka kullanıldığı takdirde, ancak nekre ve izafe ile kulla­nılır; rabb-ul -beyti = ev sahibi, rabb-ul-beledi = beldenin ulusu gibi..[27/s.71]
اَلرَّبُّ = «Er-Rabbu» diye Rabb kelimesi, izafesiz ve ma'rife olarak sadece "Allah" hakkında kullanılır; اَلاِلٰهُ = «El-İlah» gibi. Allah Teâlâ'nın Esmâu-l-Hüsnâsı'nın hepsi ma'­rife olarak kullanılır, nekre kullanılmaz. Böylece kul hakkında kullanılabilen bir deyim, Esmâu-l-Hüsnâ olarak kullanılmaz. Nitekim sadece "rabb-us-semâi" denilmez. Rabb, izafesiz olarak da dua ve yalvarışta kullanılır; "Yâ Rabb" gibi. Çünkü çağrılmasıyla ma'ri­fe olur = tanıtılmış olur. [27/s.72]
 
Radıyallahu anhu = «Allah ondan razı olsun» yahud “Zikri hayr olsun.” [27/s.229]
 
recâ = ümidle Allah'ın cennet nimetlerine, sevab vermesine bağlamak [27/s.211]
reca' = (Allah'ın) rahmetini ummak [12/s.70]
 
Rukâ: sar'â ve sıtma hastalığı gibi âfatlardan birine yakalanan kimseye efsun = musha yapmak = okuyup üflemek [27/s.199]
 
rukye = ayet veyahud hadiste vârid olan duaları okuyup üfürmeye yahud da onunla tedavi olduğumuz bir devâya yahud onunla korunduğumuz maddi manevi bir korunak [27/s.199]
rukye yapmak = musha yazmak, takmak, ulemânın ittifakıyla caiz ve meşrû' [27/s.200]
 
Rükün, ibadetin kendisinden oluştuğu da­yanaklardır. Abdeste göre, dört azayı yıkamak; zekata göre, belli bir malı Allah Teâlâ'nın tayin ettiği şahıslara mülk ettirmek gibi. [27/s.272]
 
 
N
Nefs; İblis'in de çocukları ço­ğaldı; iblisin nesli Âdem'in çocuklarına musallat oldular, hayvânî hislerinin sinir sistemleriyle = nefsleriyle irtibat kurdular. [27/s.22]
 
nuzû'-i fiilî ; Ruhla birlikte istekli hareket, istekli durmak, istekli avlamak, istekli avlamamak, istediği anda yap­masından vazgeçmek yahud yapmamasından vazgeçmek, doğrusu «nuzû'-i fiilî» gibi bir gücü daha verdi. İşte bu güce «yapabilmek gücü» = «cüz'î irade» = «cüz'ü ihtiyâriyye» = «kuvve-i meysere» de denilmektedir. .[27/s.20]
 
niddî, benzeri .[27/s.89]
 
 
V
Vacib, aklın yokluğunu düşünemediği ve Daimi Varlığı’nı kabul ettiği tel Vücud’dur. [2/s.14]
Vacib: Emrin apaçık zâhirinden değil, ictihadla anlamış olduğumuz Allah Teâlâ'nın emrinin yerine getirilmesidir. Diğer ifadeyle vacib, varlığı kesin, de­lili zannî olan Allah Teâlâ'nın emridir. Şâfiîlere göre vacib yoktur.[27/s.263]
 
Vâcib-ul-Vücud, aklın yokluğunu düşünemediği, düşünse bile isbatlayamadığı benzersiz varlıktır, ki özel ismi «Allah»tır. .[27/s.67]
 
Vücud: Ehli Sünnet vel'Cemaat: “Evet, şey, varlıktır, tüm varlıkları kapsayan vücud = mevcud manasındadır. Zira olmayanın görülmesi imkansızdır, konu edilmesi de muhaldir.” [27/s.248]
 
وَعِيد vaîd yani azabla tehdîd [12/s.70]
 
Veli:اَوْلِيَاء = «Evliyâ»nın tekili olan وَلِىُّ = «velî» kelimesi, lüğatte ya ism-i mef'ûl yahud ism-i fâildir. Lü­ğat bakımından velî: muhib = sevgi besleyen, karîb = yakın manasındadır. O halde birinci kademe olarak, hangi manada olursa olsun, ibadetle meşğul, günah işlemeyen; ikinci kademe olarak ise, Allah'ın Kendi hıfz ve himayesine alıp onu ibadet yapmaya ve hayr işlemeye muvaffak ettiği kimsedir.[27/s.222]
Velî: Rasûlullah sallallâhu Te­âla aleyhi ve sellem'e uyarak tam istikametini doğ­rultan ve düzelten kimselerden harikulâde = keşif, sahih ilham, keramet görülürse, her ne suretle olursa olsun, onun ismi velîdir. [27/s.222]
Velî, ibadetle meşğul, istikameti düzgün olan kimsedir ki Yûnus Sûresi'nin üç ayetinde Cenâb-ı Hakk Celle Celâluh onları şöyle vas­fetmiştir:اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ لَهُمُ البُشْرَى فِى الحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِى الاٰخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِ ذَالِكَ هُوَ الفَوْزُ العَظِيمُ “Haberiniz olsun ki, Allah'a itaatle, ma'rifetinde istiğrak ile yaklaşan Allah'ın velî kulları üzerine hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde = hükmünde aslâ değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir.”[[1]] buyrulmaktadır. Ayet-i kerîmede velîler, “Onlar iman edip tak­vâya ermiş olanlardır.” diye vasıflanmakta ve velî, takvâ ve ibadetle tanınmaktadır. [27/s.222]
Velî, ma'siyeti işlemekte ölü, emrleri yerine getirmekte dinç ve diri olan insandır.
Velî, ism-i mef'ûl manasında olduğuna göre, Allah Teâlâ da türlü salih rüya ve mükâşefeleri kendisine ihsan etmekle onu korur, hıfz-u himâyesine alır.
 
 
S
Sâni' = Yapıcı, yoktan var edici [27/s.92]
 
Selb: Eğer "selb", "fâil" manasında ise, sıfatın manası mu'teber; zıddı ğayri i'tibârîdir.
Bu takdirde "Vücud ve sonraki beş sıfat" selbî, yani manasının zıddını geçersiz kılan sıfat olur.
Şayed "selb", "mef'ûl" manasında ise –ki İbra­him Hakkı'nın tercih ettiği yol da budur– bu takdirde "i'tibârî olmayan sıfatlar" selbî, yani manası menfî ve geçersiz kılınan sıfatlar'dır. [27/s.88]
 
Sırât-i müstakîm = Dosdoğru yol, kendilerine nimet verdiğin enbiyâ' ve tâbi'lerinin yoludur. [12/s.92]
 
 
Sıfat-ı subûtiye, düşünülmesi müsbet, manaları müsbet;
Sıfat-ı subûtiye = müsbet sıfatlar da, sıfat-ı su­bûtiye-i i'tibâriye ve sıfat-ı Zâtiye-i i'tibâriye olmak üzere iki kısımdır:
Sıfat-ı subûtiye-i i'tibâriye yani var olmaları sebebiyle aynı sıfatla vasıflanan Zat da var olan;
1-Vücud; yani var olmak. Allah Teâlâ'nın varlığı, Kendi Zâtı'dır. Yani Zâtı'nın var olmasının, ğayra ih­tiyacı yoktur, tam hayat sahibidir. Bu manayla, bu sıfata, nefsî sıfat denildi.Mahlukun varlığı öyle değil, birçok şartlara bağ­lıdır.
2-Kıdem; yani mevcûd-u hakîkî olan Allah Teâlâ'nın ezelî, daha doğrusu başlangıcı düşünülemeyen olması..
3-Bekâ; dâimî ve ebedî olması..
4-Kıyâmun binefsih; Zât'ıyla var olup, başkasına asla muhtac olmaması. Bilakis başkası O'na muh­tacdır.
5-Vahdâniyet; ikincisi olmayan ve birlerin içerisine girmeyen bir tek olması..
6-Muhâlefetun lilhavâdis; aklımıza, gözümüzün önüne, vehim ve hayalimize gelen tüm sûretlere muhalif, daha doğrusu benzersiz olmaklığı demektir. [27/s.87]
 
Sihir: sebebi gizli olan infiâle = etkilenmeye sihir denilmektedir. [27/s.256]
 
Silsile ferdleri, bütün özelliğiyle maddelerdir. İnsan, hayvandan her bir nevi’, ağaçlardan her bir çeşit, bütün madenlere varıncaya kadar birer birer imkan vasfıyla vasıflanan ferdlerdir.  [2/s.15]
 
söz­leşme; kalbinde, şuurunda tereddüdsüz inandığı, hüküm ettiği ve tasdik ettiği için de, Allah Teâlâ'dan güvenin alınmasının suretidir. [27/s.208]
 
suhuf ; Şer yerleşince Allah Teâlâ kendilerine din = on suhuf = sahife olmak üzere bir kanun = nizamnâme = tüzük gönderdi. Âdem onlara bildirdi.
[27/s.22]
 
Sıfat-ı Zâtiye-i i'tibâriye ise; (Allah Teâlâ'nın sıfatları)
1-Hayat; diri olmak,
2-İlim; bilmek,
3-Semi'; işitmek,
4-Basar; görmek,
5-İrade; dilemek,
6-Kudret; güç sahibi olmak,
7-Kelam; konuşmak,
8-Tekvîn; mahluku var etmek ve belli bir nizama tâbi' tutarak yaşatmak ve yok etmek sıfatlarıdır. [27/s.88]
 
sû­ret = sîmâ ve belirti [12/s.103]
 
sü­nen-i muttaride: sebeb ve müsebbeblerin, illet ve ma'lullerin birbirine denk olması [27/s.175]
 
Sünnet, farz ve vacibin dışında, vakte bağlı yahud bağlı olmaksızın, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in yahud dört halîfesinin yaptığı yahud yapmasını tavsiyede bulunduğu şeydir.
Eğer söz konusu olan sünnet, müekked ise, in­karsız terki, vacibin terki gibidir; yahud sevaba nâil olmaktan, Peygamber'in şefaatine ulaşmaktan mah­rum olunmasına sebebdir. Müekked değilse, işlen­mesinde sevab vardır, terkinde terk-i edeb vardır. [27/s.264]
 
 
Ş
Şart: Ödenecek ibadetin ödenmesi için gerekli, ulaşmasına da tesirsiz sebeb olan ve kendisine bağ­lanan meşrûtun olmaması halinde varlığı gerçekle­şebilen, amma yokluğunda kendisine bağlanan ibadet gerçekleşmeyen şeydir. Daha kısa tarifi, yoklu­ğuyla meşrûtunun yokluğunu gerektiren, varlığıyla meşrûtun varlığında yokluğunda tesirsiz olandır. Ya­ni şartın bulunması halinde meşrûtun bulunması şart değil; meşrûtun bulunması anında şartın var olması şarttır. Namaza göre abdest, abdeste göre ise, su ile yıkanması farz olan azanın arasında suyun deri­ye değmesine engelin olmaması ve her ibadetin se­vabının kazanılmasına niyet ve ihlas gibi. [27/s.272]
 
şerîk, ortak [27/s.88] bakınız : misli
 
Şükür, Allah Teâlâ'nın bize eğirti olarak verdiği kulak, göz, dil, el gibi nimetleriyle O'na karşı gelmemektir. Diğer ifadeyle şükür: Allah Teâlâ'nın bize eğirti olarak verdiği azalarımızı, Tevhîdin gerektirdiği vazifelerde çalıştırmaktır.[12/s.44]
 
şirk; kalbî tasdîki bozacak söz ve hareketler .[12/s.57]
 
şey : Arab lüğatinde «şey» kelimesi, yokluk manasında aslâ kullanılmadı. Türkçede de böyledir. Yokluğu ifade etmek için, yani «adem» manasında şey kelimesini kullanmakta لَمْ اَكْتُبْ شَيْئًا = “Hiçbir şey yazmadım.” denilir; “Benden taraf yazı yoktur.” demektir.
Eğer «şey» ma'dum manasında olsaydı, “Ne ya­zıyorsun?” cevabında sadece «şey» denilebilecekti ve müstakillen kullanılacaktı, konu olacaktı. Türkçe­de «adem»in karşılığı «hiç» kelimesidir; Arabcada ise nefiy edatlarıdır. Arabcada لَمْ gibi nefiy edatla­rıyla, Türkçede «hiç» lafzı gibi bir ekle yokluk mana­sında kullanılır ve konu olur. Konu olunca «şey», var manasındadır; vacibi de kuşatır, mümkünü de ku­şatır = kapsar; varlığı olmayanı kapsamaz.
Bu noktadan hareketle Ehli Sünnet vel'Cemaat: “Evet, şey, varlıktır, tüm varlıkları kapsayan vücud = mevcud manasındadır. Zira olmayanın görülmesi imkansızdır, konu edilmesi de muhaldir.” cevabını verdiler..[27/s.248]
Ehli Sünnet vel'Cemaat : “Allah Teâlâ hakkında tenzih kelimesiyle beraber «şey» kullanılır.” dedi..[27/s.249]
Binaenaleyh شَاءَ يَشِىءُ شَيْئًا kökünden kökenen شَىْء = «şeyi'» kelimesi, ıstılah olarak da lüğat gibi, bilkuvve yahud bil'imkan kasdın kendisine bağlan­mış olduğu maksud = murad = dilenilen iş manasın­da kullanılır. Bu takdirde aklın yokluğunu düşüne­mediği ve kabul edemediği «Vâcib-ul-Vücud» hak­kında da, varlığını, yokluğunu düşünebildiği ve hü­küm edebildiği «mümkün-ül-vücud» hakkında da kullanılır. [27/s.249]
 
“Şey kelimesi, cisimler gibi hissen mevcud olan, sözler, fiiller gibi manen mevcud olan her mevcuddan ibarettir.” [27/s.250]
 
Şübheliler : bir cihetle helale, bir cihetle harama benzeyişi­dir. Ki bu benzeyişten dolayı, delilinde şübhe edilir. Mesela kendi evinde, bir hurma yahud bilmediği bir kap bulur. Hurma veya bu kabın, kendisinin olup olmadığında şübheye düşer. Buna, benzeyen denil­diği gibi, şübheliler de denilir. Nerde bir müslüman, dînî meselelerinin tatbîkâtında, mesela yapacağı alış verişte şübheye düştüğü anda, derhal dinde tak­va sahiblerinden en güvendiği bir âlime müracaat etmesi farz olur. Bu farzı ödemeyi âdet eden, dînini korumuş olur. [27/s.269]
 
 
T
tabiî hareket = (hayvanda) avını tanımak bilgisi, avını yakalama usulleri, aynı zamanda aleyhinde gelen avcısını tanıma bilgisi, ondan korunma, kaçınma bilgisi; tabiat = âdet = istekli isteksiz avlamak = ister istemez avcısından kaçmak = gözü kestiği şeylere = aleyhinde, zararlı şeylere saldırma hissi = duygusu
 
tabiî kanun; Hayvanların sinir sistemleri içerisinde tabi'le­nen hisler ve hislerin de azalarında fiile geçişi, fiilde devamı. [27/s.13]
 
takdîrât-ı ezeliyye = (Allah Teala’nın ilmi ezeliyesindeki) plânı, projesi [27/s.173]
 
Tahrîmî mekruh, kesin delille değil ancak zihnimizle anlamış olduğumuz yani zannî delille ya­saklanan Allah Teâlâ'nın yahud Peygamber'in ya­sakladığı şeyi yapmaktır. Varlığını inkar edenin kafir, hükmünü inkar edenin kafir olmadığı şeydir; kurban bayramının namazı gibi, boğazlanan kurban gibi. “Bunlar İslamda yoktur.” diyen kafir olur; “Vardır, fa­kat vacib değildir.” diyene bir şey gerekmez. [27/s.263]
 
Takvâ, ahirete zarar veren her türlü dü­şünce = küfür ve nifaktan fiilen kaçmaktır. [27/s.218]
Takvâ, büyük küçük günahlardan sakınmakla birlikte farz ve vacibleri, hatta sünnetlere ehemmiyet vermektir. Bundan daha âlîsine وَرَعْ = vera' denilir. [27/s.269]
 
Tasdik: “Bildiğim ve kalbimle tasdik ettiğim, aklımla sevdiğim ve kendisinden korktuğum, ismi اَللّٰهُ «Allah» olan Ma'bûd'um haktır. Hak ve gerçek olduğunu kabul etmişimdir. Kulağımla işittiğim hitabların hükmü, hepsi, hak ve gerçektir. Doğruyu bulup seçtiğim yo­lun, dilimle de hak ve gerçekliğini itiraf ederim.” İşte de tasdik bundan ibarettir. [27/s.209]
tasdik = içtenlikle kesin kararla hak ve gerçektir diye hükme(tmek) . [12/s.99]
 
 
Tayyib : Helal: temiz, hoş ve Allah Teâlâ'nın da hoşnut olduğu şeylerdir. [27/s.268]
 
Tecellî: İnsan, şek şübheden arınması ve hayalî konuşmaların zeval bulması halinde, kalb gözüyle önce Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın fiillerinin, sonra sıfatlarının, sonra isimlerinin Celal Cemal nurlarını, sonra Zât-ı Şerîfi'nin görülme­sini engelleyen nurunu görebilir. İş Allah Teâlâ'nın nurlarını kuluna göstermesine “Tecellî”; kulun Rabb'inin nurlarını görmesine “Müşâhe­de” ismi verilmektedir.[12/s.48]
 
Tekvîn ezelî sıfatı = var etmesi, yok etmesi, rızk vermesi, kısması, fakir kılması, zengin kılması, aziz kılması, zelil kılması gibi kadâ'sı ve hükmüdür. Kainat ise, makzîdir, kaza değildir.
Fâille mef'ûl ayrı olduğu gibi, kaza ile makzî de birbirinden ayrıdır. Buna benzer misal, vuranla vurulan arasındaki münasebet olan darb yani vuruştur. Mesela mef'ûl olarak ضَرْبًا = darben = vuruş, mef'ûl-ü mutlak olduğuna göre, vurana; hayır, بِالعَصَا = “bastonla darbe aldı” gibi mef'ûl, mef'ûlün bih = bir şeyle kayıdlı mef'ûl ise, madrûba = dövülmüş kimseye va­sıf olur ve kendisine nisbet edilir, yani mukayyed mef'ûl olarak nisbet edilir.
Böylece hâkim ile, menfî – müsbet hakkında hü­küm edilen mahkumun arasındaki münasebet olan mef'ûlü = hükmü, mef'ûl-ü mutlak ise, kayıdsız şart­sız hüküm yapması demek olup, mesela ceza vermesi yahud cezayı kaldırması işi, hâkime; mef'ûlü = hükmü, “hüküm giydi” gibi kayıdlı mef'ûl ise, mahkuma isnad edilir ve mahkuma sıfat olur. Nitekim örfen de böyledir.
Allah Teâlâ'nın kadâ' manasında mutlak mef'ûlü = hükmü olan tekvîn sıfatı, îcad etmesi = var etmesi, imdad etmesi= sebebleri yardıma göndermesi, idam etmesi = sebeblerini kesmesidir. Ve bu ezelîdir.
Sadece, var edişini murad ettiği mutlak mef'ûlü­ne iradesini = dileğini bağlamasıyla, mef'ûl olan şey, mesela atom, zerre, kürre, iradenin, o şeyin yapı­lışını bağladığı anda yahud tayin ettiği anda var olur. Var olan «makdiyyun aleyh»ten ibaret mukayyed mef'ûlü = masnûu, var olacağının sıfatıdır, ona nis­bet edilir; ve bu hâdistir.[27/s.250-251]
 
 
 
tereddüdsüz yani şübheden ârî [27/s.208]
 
tefakkuh = iyiden iyiye anla­yış [27/s.187]
 
tasdik: “Bildiğim ve kalbimle tasdik ettiğim, aklımla sevdiğim ve kendisinden korktuğum, ismi اَللّٰهُ «Allah» olan Ma'bûd'um haktır. Hak ve gerçek olduğunu kabul etmişimdir. Kulağımla işittiğim hitabların hükmü, hepsi, hak ve gerçektir. Doğruyu bulup seçtiğim yo­lun, dilimle de hak ve gerçekliğini itiraf ederim.” İşte de tasdik bundan ibarettir. [27/s.209]
 
teavvuz = beladan korunup, isim ve sıfatıyla Allah Teâlâ'ya sığınış [27/s.200]
 
Tevbe, geçmişte işlenilen günahlardan pişman olmak, gelecekte bir daha yapmamayı azimlemek, hali hazırdaاَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ  "Estağfi­rullâh" diyerek Rabb'inden mağfireti dilemek, farz namaz ve oruc gibi ödenmesi mümkün olan, kaçırılan farzları kaza etmektir.[12/s.44]
Tevbe: Lüğat olarak tevbe, dönmektir. Dînî ıstılahta tev­be, günahtan bilfiil dönmektir.
 
Günahları afuv ettiren tevbelerin birçok rükün ve şartları vardır. İttifakî olan şartları:
Tevbe,
            1-Bilfiil işlenen günahı terk etmek,
            2-Önceden irtikab olunan günahlardan nedâmet ve pişmanlık duymak,
            3-Terk ettiği günaha bir daha dönmemeyi azim­lemek,
            4-Geçirmiş olduğu fırsatı tedarik etmektir.
            İşlenen günahta kul hakkı varsa, hakkı sahibine vermek veya helalleşmek, tevbenin şartlarındandır.
            İşlenen günah Allah Teâlâ'ya aid ise, tedariki mümkün olan yerlerde mesela namazda, kaza etmek; tedariki mümkün olmayan içki içmek gibi günahlarda, terk etmek ve istiğfar şartıyla tevbe sayılır.
            5-Günah arzuları geldiğinde yahud işlenilen gü­nahın hatırlanması halinde istiğfarda bulunmak da tevbenin şartıdır.
            Ehli Sünnetin ittifakıyla, küçük olsun büyük olsun, işlenen her bir günahın ardından tevbe etmek vacibdir. Tevbeden sonra tekrar günahına dönen bir kimsenin, önce yapmış olduğu tevbesi bozulmaz ve ibtal olunmaz. Sonradan işlemiş olduğu günah, yeni bir günah olduğu gibi, tevbesi de yeni bir tevbe olur.
            6-Allah'ın azametine karşı, ufak suçunu büyük görmek ve bununla beraber Allah Teâlâ'nın rahmetinden ümid kesmemektir.[27/s.283-284]
 
Tevbe, yani Allah'a dönüş:
            a-Geçmişte yapılan günahtan pişman olunması,
            b-Gelecekte günah işlenmemesinin azimlen­mesi yani kesin karar verilmesi,
            c-Geçmişte kaçırılan farz ve vâciblerin kaza edilmesi, imkan nisbetinde kul hakkının hak sahiblerine verilmesi yahud hak sahibleriyle helalleşilmesi olmak üzere üç esasla gerçekleşir.
            İstiğfar, utanç ve mahcûbiyetin ifadesi olarak اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ “Estağfirullâh” deyip Lafza-i Celâl'i uzatmaktır. Yani: “Allah'tan günahlarımın mağ­firetini dilerim.” demektir. [12/s.124]
 
 
 
Tevhîd: Bilgi üzere “Ulûhiyetin” –yani tapılmanın–, “Rubûbiyetin” –yani icâdıyla eşyayı yokluktan varlık sahasına çıkarmanın, varlık sahasına çıkarttığı âlemi imdâdıyla yeşertmenin, yaşatmanın, tedbir etmenin, tasarruf etmenin–, “Mâlikiyetin” –yani sahib olduğu mülkünde hükmünün geçerli olmasının– ve “Hâkimiyetin” –yani isteğine göre hükmünü icra etmenin– sadece Allah Teâlâ'ya tahsis edil­mesi, mâsivânın vücudunun nefyedilmesi, Zât-ı Pâk-ı Ehadiyye'yi Birleyerek vücudun Zât-ı Şe­rîfi'ne tahsis edilmesi, isim ve sıfatlarının öğrenilmesi ve kalbi tasdik şartıyla dille لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَللّٰهُ “Lâ ilâhe illallah” diyerek nübüvvet ve risâletle şereflenen Muhammed'in tasdik edilmesidir.” diye tarif ettiler. [12/s.60]
           
Tevhîd;  insan iradesiyle Allah Teâlâ'ya boyun eğer, Rabb olmaklığını kabul eder veya etmez. Ayrıca (insana) akıl da verdi. Azmayı verdi. Yazma ve her sanatın kabiliyetini verdi. Azması = işi prog­ramlaması, karar vermesiyle Allah kendisine yaratır, demek olur. Buna Tevhîd denilir. Yani Tevhîd, “Her şeyi Allah yarattı.” diye tasdik ve hükmetmektir. [27/s.20]
Tevhîd: “Her şey yani bütün âlem, Allah Teâlâ'nın var etmesiyle vardır, tedbir, irade ve kud­retiyle devam etmektedir. Bundan böyle dilediğini aziz kılar, zelil kılar. Hâsılı istediği gibi hüküm eder.” demekten ibarettir. [27/s.210]
Tevhîd-i Rubûbiyet, var etme, yaşatma nimetlerini bağışla­masından dolayı, tapılmaya değer kazanan ve lâyık olan Rabb'in = Zât'ın hakîkî tasarrufu, var etmesi, yok etmesi, tedbir etmesi, yaşatması, hâkim olma­sıyla tekleşmesine;
Tevhîd-i Ulûhiyet ise, bu sebeb­le tapılan Zât'ın, Ma'bûd'un, Esmâi-l-Hüsnâsı'yla = güzel isimleriyle, tapılmasıyla tekleşmesine inanmak demektir.
Diğer ifadeyle “Şu kainatı yaratan, bir kısmını av gibi, bir kısmını avcı gibi yapan, yarattığına rızkını veren, avı avcısına ilhamla = iç doğuşla tanıtan, Rabb'dir; Bir Tek'tir.” diye inanmak, yani bunun doğ­ruluğuna hüküm etmek, Tevhîd-i Rubûbiyet'tir.
Aynı zamanda Tevhîd-i Rubûbiyet dolayısıyla, yani yaratıcı, yürütücü, öldürücü, kurtarıcı olduğu için sadece Kendisi'ne tapmak, namazla, oruçla, ze­katla saygı göstermek de Tevhîd-i Ulûhiyet'tir.
Hâ­sılı, tek Rabb'e inanmak, Tevhîd-i Rubûbiyet; aynı zamanda Kendisi'ne tapmak, Tevhîd-i Ulûhiyet'tir; birbirinden ayrılmaz. «Allah» lafzı, iki Tevhîdin ma­nasını kapsayan özel isimdir.
[27/s.72]
 
Tevhîd-i Rubûbiyet, var etme, yaşatma nimetlerini bağışla­masından dolayı, tapılmaya değer kazanan ve lâyık olan Rabb'in = Zât'ın hakîkî tasarrufu, var etmesi, yok etmesi, tedbir etmesi, yaşatması, hâkim olma­sıyla tekleşmesine;
Tevhîd-i Ulûhiyet ise, bu sebeb­le tapılan Zât'ın, Ma'bûd'un, Esmâi-l-Hüsnâsı'yla = güzel isimleriyle, tapılmasıyla tekleşmesine inanmak demektir.
Diğer ifadeyleŞu kainatı yaratan, bir kısmını av gibi, bir kısmını avcı gibi yapan, yarattığına rızkını veren, avı avcısına ilhamla = iç doğuşla tanıtan, Rabb'dir; Bir Tek'tir.” diye inanmak, yani bunun doğ­ruluğuna hüküm etmek, Tevhîd-i Rubûbiyet'tir.
Aynı zamanda Tevhîd-i Rubûbiyet dolayısıyla, yani yaratıcı, yürütücü, öldürücü, kurtarıcı olduğu için sadece Kendisi'ne tapmak, namazla, oruçla, ze­katla saygı göstermek de Tevhîd-i Ulûhiyet'tir.
Hâ­sılı, tek Rabb'e inanmak, Tevhîd-i Rubûbiyet; aynı zamanda Kendisi'ne tapmak, Tevhîd-i Ulûhiyet'tir; birbirinden ayrılmaz. «Allah» lafzı, iki Tevhîdin ma­nasını kapsayan özel isimdir. [27/s.72]
 
U
Ulûhiyet; Rabb olmakla isimlendirilen, hakîkî tasarruf, var etmek, yok etmek, tedbir etmek, yaşatmak, hâkim olmak sıfatlarını kuşattığı için, ulûhiyeti = kendisine tapılmayı gerektirmektedir. Onun için «Rabb olan, ilah... ilah olan, rabb'dir.» [27/s.72]
 
 
V
vâdı' = tayin edicisi [27/s.175]
Vehm = Hayalî düşüncesi, mesela psikoloji olarak; teneşirde hareket yok, kıpırdamak yok, saldırmak yok ama insan karanlıkta teneşirin yanında bulunsa, kalkacağını, hareket edeceğini, saldıracağını düşünür, vehmeder.  Vehmi sebebiyle düşünülen teneşir, düşünen kimsenin korkusundan dolayı, gö­zünün titreyişi nisbetinde hareket eder.
            Psikoloji olarak; vehme kapılan, hareketin, kıpır­datmanın kendi gözünde olduğunu bilemediği için teneşirden zanneder, ondan korkar. Aklı kullansay­dı, “Tahta tahtadır, ahta = at olamaz.” diye hüküm edecekti ve korkmayacaktı. [27/s.69]
 
Vecd, yolda âşıkın yahud velînin, hoşnut olduğu şeye rastlamaktan dolayı yahud da İlâhî vâridatlar­dan biri kalbine iniş yaparken yahud zikrettiği ismin yahud mürşidinin yahud Peygamber'in nurunu kalb gözüyle görmesi sebebiyle kendinden geçip, –akıl dairesinde işlenmesinden çekinilen işleri– hal hareketleri yapmasıdır. Bu haldeyken tayy-ı mekan da yaparlar. [27/s.227]
 
Vera' yani şübhelilerden sakınmaktan ibaret üstün takvâ. [27/s.269]
Y
yekînî iman: Şeriatin zâhirine inanılması, başlangıçta hayal ise de, binnetice uzun tatbîkattan sonra, iman, hakî­kate dönüşür. Ve hakîkate dönüşmesiyle iman, öyle bir dereceye varır ki, yer gök ahalisi İslam Dîninin herhangi bir hükmünü inkar etmekte birleşseler bile dahi, yine de iman kal'ası sarsılmaz. Buna «yekînî iman», «tefekkür makamı», «zikir makamı», «murakabe makamı», «velâyeti suğrâ makamı», «İbâ­dullah makamı» denilmektedir. . [27/s.270]
 
Yevm-il-âhir, son gün, ölümden itibaren hudud­suz ebedî gün. [27/s.216]
Bu takdirde manası: “Kabir azabına, lezzetine, cismânî ve rûhânî haşir, hesab, cennet, cehennem ve ahiret ahvaline inan­mandır.” demek olur. Yani: “Kur'an ve hadiste bildirilen ölümden sonra başlayacak hayatta vukua gelebilecek olaylara, mesela kabir sorusuna, nimetine, azabına ve kabirden kalkıp haşre gönderilmeye, hesaba, teraziye, cennet ve cehennemin nimet ve azablarına inanmandır.” diye inanmak farz olur. [27/s.216]
 
Z
zekat = malımdan bir cüz'ü fakirlere temlik e(tmek). [12/s.60]
Zikir, zihnimizde Allah Teâlâ'nın azametini, yüceliğini hazır bulundurmak, kalb ve dili birleştirmek, Tevhîd Kelimesi'ni yahud ism-i şerîf­lerinden birisini tekrarlamak yahud da sadece kalble Lafza-i Celâl'i tekrarlamaktır. Salavat okumak, Kur'ân tilâveti ve Dînî ilimlere çalışmak da zikirdir.[12/s.43]
zulüm, ğayrinin hakkına tecavüzdür.[27/s.98]


[[1]]Yûnus Sûresi ayet 62 - 64

Adalet, nazarî ve amelî hikmetle şereflenmiş aklın hükmüdür. [6/s.17]
Şuur, nazarî ve amell hikmetin semeresinden meydana gelmiş ve kalbe gelen doğru ilhamdan alınan sezgidir. Doğrusu hak ilham kalbe geldikten donra idrak ve sezgidir. Buna akl-ı selîm denilir. En az sıfatı hikmettir, kanadı ferâsettir. Allah Teâlà her akla da adaleti emreder. Demek adalet, şuurlu aklın  hükmüdür. Kainatın nizamı da adaletle devam etmektedir. [6/s.18]