بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Ölülerin, Dirilerin Okumalarından, Dualarından faidelendiklerine inanıyoruz 90-92. Beytlerin Şerhi

ÖLÜLERİN, DİRİLERİN OKUMALARINDAN,
DUALARINDAN FAİDELENDİKLERİNE İNANIYORUZ

Yine Ehli Sünnet vel'Cemaatin ittifakıyla,

تَـصَـدُّقْـلَـه دُعَــامِـزْدَنْ بُـولُـــورْ اَمْـوَاتِمِـــزْ نِـعْـــمَتْ

وَ فَضْلِ اَمْكِنَه اَشْخَاصُ و اَزْمَانْ حَقْدِرْ اَىْ وَاللّٰهْ

Tasaddukla duâmızdan bulur emvâtimiz ni'met

Ve fazl-ı emkine eşhâs-u ezmân hakdır ey Vallah

Sadaka ve dualarımızdan ölülerimiz nimet bulurlar. شَرَفُ المَكَانِ بِالمَكِينِ “Şeref-ul-mekânı bil'mekîni” = “Makamın yahud mekanın üstünlüğü, o mekanda yerleşenin sayesindendir.” kaidesince, bazı yerlerin, şahısların, zamanların üstünlüğü hak ve gerçektir.

            Okuduğumuz ve sevabını bağışlamış olduğu­muz salavât-ı şerîfe, zikir, dua ile ölülerimizin faide­lenmeleri, bazen kabir azabının kaldırılmasıyladır, bazen derecenin verilmesiyledir. Çünkü ölen bir kim­senin, sadaka-i câriyesinden başka kendisinin ameli kesildi ise de, başkasının amelinden faidelenmesi kesilmemiştir. Bunu inkar eden, bid'atçilerdir.

            Şimdi “Okuduğumuz ve sevabını bağışlamış ol­duğumuz salavât-ı şerîfe, zikir, dua ölülerimize ula­şır mı?”
            Cevab: Evet, ulaşır. Nitekim İmam Ahmed'in tahric ettiği, Ma'kil bin Yesar radıyallahu anhu'dan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:اَلبَقَرَةُ سَنَامُ القُرْاٰنِ وَذِرْوَتُهُ نَزَلَ مَعَ كُلِّ اٰيةٍ مِنْهَا ثَمَانُونَ مَلَكًا وَاسْتُخْرِجَتْ {اَللّٰهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الحَىُّ القَيُّومُ} مِنْ تَحْتِ العَرْشِ فَوُصِلَتْ بِسُورَةِ البَقَرَةِ وَيٰسٗ قَلْبُ القُرْاٰنِ لاَ يَقْرَؤُهَا رَجُلٌ يُرِيدُ اللّٰهَ تَبَارَكَ وَتَعَالَى والدَّارَ الاٰخِرَةَ اِلاَّ غُفِرَ لَهُ وَاقْرَؤُوهَا عَلَى مَوْتَاكُمْ “Bakara Sûresi, Kur'ân'ın parlak ucu ve zirvesidir. Her ayetiyle beraber seksen melek indi. Allah Teâlâ «Allahu lâ ilâhe illâ Huv-el
-Hayy-ul-Kayyûm» = Ayet-ül-Kürsi'yi Arş'ın altından çıkardı, Ayet-ül-Kürsî Bakara Sûresi'yle birleşti. Yâsîn Sûresi Kur'ân'ın kalbidir. Allah Tebâreke ve Teâlâ tarafından sevabını umduğu ve ahiret gününe amaç­larını bağlamış olduğu halde okuyan hiçbir adam yok­tur ki, günahları mağfiret olmamış olsun. Ve Yâsîn'i ölülerinizin üzerinde de okuyun.”
            Ve Yâsîn'i ölülerinizin üzerinde de okuyun.” cümlesinin deliliyle, umum manaya hamlederek Asr-ı Saadetten bugüne kadar Ehli Sünnet vel'Cemaat imamları, hem sekerâta giren bilkuvve, yahud seke­râttan sonra bilfiil ölenlerin üzerinde Yâsîn-i Şerîf'i okumaktadırlar. İmam Râzî diyor ki: «Ölümü yakla­şan kimsenin yahud bilfiil ölmüş, evinde olduğu hal­de defnedilmesine yaklaşmakta olan kişinin üzerine Yâsîn'in okunmasının emredilmesinin sebebi, seke­rât zamanında dilin kuvvetinin zaif düşmesi, azaların kuvvetten kesilmesidir; kalbin bilkülliyye Allah'a mü­teveccih olması için de dînin aslî delillerinin muh­kemleştirilmesi ve yerleştirilmesidir. Bu sebeble kalb kuvvet bulsun diye Yâsîn okunur. Bu takdirde Yâ­sîn'in okunması, ölünün ameli olur. »
            «İlim Allah nezdindedir, amma ben = Tîbî derim ki: Bu süre sonuna kadar, imanın aslî delilleriyle ve ulemânın kitablarında îrâd ettikleri nübüvvet gibi tüm meseleler, dualar ve duaların keyfiyeti, geçmiş üm­metlerin ahvâli, ne gibi sonuca vardıkları, kaderin is­batı, kulun kendi eliyle yapageldiği işlerin dahi Allah Teâlâ'ya dayandırılması, Tevhîdin isbatı, ortak ve şirkin nefyi, kıyametin alâmetleri, haşir için ruhların bedenlere iadesi meselesi, haşir meydanında topla­nılması, hesabı, ceza yahud mükafatı, hesabdan sonra da cennet veyahud cehenneme varılmasıyla kuşatılmakta olmasından dolayı okunur bu Sûre-i Şerîf; tâ ki ölecek kimse uyarılmış olsun.»

            Şâfiî ulemâsından Hafız İbnu Hacer ve İmam Aynî'nin şeyhinin şeyhi olan Tîbî ve İmam Aynî kendisi şöyle demektedirler: «Ahmed bin Hanbel'in tah­ric ettiği hadîs-i şerîften, dirilerin, ölülerine vermiş ol­dukları sadakalarının caiz olması ve ölünün de bundan faydalanması anlaşılmaktadır. Nitekim İmam Ahmed'in, Abdullah bin Amr'dan tahric ettiği bir hadiste de, Amr bin Âs: “Babam Âs bin Vâil, cahiliyye devrinde yüz devenin boğazlanmasını adamıştı. Kardeşim Hişâm bin Âs da, elli deve civarında bo­ğazlamıştı. Acaba babam Âs'a faydası olur mu?” diye sordu.

            Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:اَمَّا اَبُوكَ فَلَوْ اَقَرَّ بِالتَّوْحِيدِ فَصُمْتَ وَتَصَدَّقْتَ عَنْهُ نَفَعَهُ ذَالِكَ “Amma baban, Tevhîdi ikrâr etmiş olsaydı, bu sebeble ondan bedel oruç tutmuş, sadaka vermiş olsaydın, bu ona fayda verirdi.” buyurdu. Yine İbnu Mâkûlâ'nın, senediyle Enes'ten tahric ettiğine göre Enes radıyallahu anhu şöyle anlatmıştır:
            Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den: “Bizler ölülerimize dua ediyoruz, onlardan bedel sadaka veriyoruz, hac yapıyoruz. Yaptığımız iş onlara ulaşır mı?” diye sordum.
            Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:اِنَّهُ لَيَصِلُ اِلَيْهِمْ وَ يَفْرَحُونَ بِهِ كَمَا يفْرَحُ اَحَدُكُمْ بِالهَدِيَةِ “Gerçekte yapmış olduğunuz iş on­lara ulaşır ve bu sebeble ölüler de o işle çok sevinirler; nitekim sizden biriniz, aldığı hediye sebebiyle sevindiği gibi.”»

بِـلِـنْـمَزْ مُشْرِكِينْ اَطْفَـالِـى جَنَّتْدَه مِى نَارْدَه مِـى

وَ كُـفَّـارَه كِـرَامـًا كَـاتِـبَـينْ وِيـرْمِـشْ كَرِيــمَ اللّٰهْ

Bilinmez müşrikîn etfâli cennette mi nârda mı

Ve küffâra kirâmen kâtibeyn vermiş Kerîm Allah

Müşriklerin erginlik çağına gelmezden önce ölen ço­cukları, cennette mi, ateşte mi bilinmez. Kerim olan Allah Teâlâ'nın, kafirlere bile amelleri tesbit eden melekleri tayin etmesine inanmaktır.

 نَه كِه مَعْدُومْدُرُرْ اُو شَىْ وَ مَرْئِى عَدْ اُولُنْمَازْ كِه

مُـكَـــوِّنْ كـَائِـنـَاتَـه بَــكْـزَمَــزْ شَـيْـدِرْ تَعـَــالَى اللّٰهْ

Ne ki ma'dûmdurur o şey ve mer'î ad olunmaz ki

Mükevvin kâinâta benzemez şeydir Teâlallah

Olmayan bir şey, yoktur ve görülmesi de yoktur, ismi de yok, bahsi de yoktur.

Tekvîn sıfatıyla kainatı yaratan Mükevvin Teâlâ, kai­nata benzemez bir şey'dir. = Var'dır.

            Bu beytte dört mesele vardır:
            1. mesele: مَعْدُوم = ma'dûm = varlığı olmayan, var sayılır mı, sayılmaz mı?”
            Cevabında, Mu'tezile'ye hilafla Ehli Sünnet vel’­Cemaat: “Ma'dûm, varlığı olmayandır, var sayılmaz; görülmesi de yoktur, konu da olmaz.” dediler.

            2. mesele, Arabcada, Türkçede «şey» diye kul­landığımızın mefhumu = anlamı, varlık mı, yokluk mu?
            Cevabında, Mu'tezile: “شَىْء = Şey kelimesi, varı da yoğu da kapsayan umum bir lafızdır.” demek ba­hanesiyle: “مَعْدُوم = ma'dûm = olmayan da bir şeydir, varlıktır.” dediler. Bu takdirde عَدَم = adem = yokluk, var olan demektir; görülmesi mümkündür.
          Fakat Arab lüğatinde «şey» kelimesi, yokluk manasında aslâ kullanılmadı. Türkçede de böyledir. Yokluğu ifade etmek için, yani «adem» manasında şey kelimesini kullanmakta لَمْ اَكْتُبْ شَيْئًا = “Hiçbir şey yazmadım.” denilir; “Benden taraf yazı yoktur.” demektir.

            Eğer «şey» ma'dum manasında olsaydı, “Ne ya­zıyorsun?” cevabında sadece «şey» denilebilecekti ve müstakillen kullanılacaktı, konu olacaktı. Türkçe­de «adem»in karşılığı «hiç» kelimesidir; Arabcada ise nefiy edatlarıdır. Arabcada لَمْ gibi nefiy edatla­rıyla, Türkçede «hiç» lafzı gibi bir ekle yokluk mana­sında kullanılır ve konu olur. Konu olunca «şey», var manasındadır; vacibi de kuşatır, mümkünü de ku­şatır = kapsar; varlığı olmayanı kapsamaz.

            Bu noktadan hareketle Ehli Sünnet vel'Cemaat: “Evet, şey, varlıktır, tüm varlıkları kapsayan vücud = mevcud manasındadır. Zira olmayanın görülmesi imkansızdır, konu edilmesi de muhaldir.” cevabını verdiler.

            3. mesele: “Allah Teâlâ hakkında شَىْء = «şeyi'» kullanılır mı, kullanılmaz mı?”
            Ehli Sünnet vel'Cemaat: “Tenzih sıfatıyla birlikte kullanılır.” dediler. Buna işareten Şeyh İbrahim Hak­kı rahimehullah «şeydir Teâlallah» demesiyle Mu'tezileyi reddetti; “Allah Teâlâ hakkında tenzih kelimesiyle beraber «şey» kullanılır.” dedi.

            Binaenaleyh شَاءَ يَشِىءُ شَيْئًا kökünden kökenen شَىْء = «şeyi'» kelimesi, ıstılah olarak da lüğat gibi, bilkuvve yahud bil'imkan kasdın kendisine bağlan­mış olduğu maksud = murad = dilenilen iş manasın­da kullanılır. Bu takdirde aklın yokluğunu düşüne­mediği ve kabul edemediği «Vâcib-ul-Vücud» hak­kında da, varlığını, yokluğunu düşünebildiği ve hü­küm edebildiği «mümkün-ül-vücud» hakkında da kullanılır.

            İşte burada, başta “Keşşâf” adlı tefsirinde allâ­me Zemahşerî olmak üzere Mu'tezile, Ehli Sünnete hilafla: “Aklın varlığını kabul etmediği «mümteniu-l
-vücud» hakkında da kullanılır.” dediler. O halde gö­rülmesi de mümkündür.

            Hicrî 502'de vefat eden, kelam, edebiyat ve lü­ğatte büyük pâyeye ulaşan, allâme Ebu-l-Kâsım Hü­seyn bin Muhammed bin Mufaddıl el-Esfehânî İmam Râğıb, bu görüşün reddine işareten diyor ki: “Şey kelimesi, cisimler gibi hissen mevcud olan, sözler, fiiller gibi manen mevcud olan her mevcuddan ibarettir.”
            كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ “Allah Teâlâ'nın Zâtı müs­tesna olmak üzere her şey helak = yok olacaktır.” yahud “Allah Teâlâ'nın Zâtı, sıfatı ve cihetinden başka her var her mevcud şey yok olmak halindedir.”[[1]] ve: وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ “Hiçbir şey yoktur ki Allah Teâlâ'yı hamdetmesiyle birlikte Kendisi'ne tesbih etmemiş olsun.”[[2]] mealindeki ayet-i kerîmelere dayanarak Hicrî 682'de vefat eden, kelam, felsefe, lüğat ve edebiyat ilimlerinde tekâmül eden al­lâme, müfessir, imam Nâsiruddîn Ebû Saîd Abdullah bin Ömer bin Muhammed bin Ali eş-Şirâzî el-Beydâ­vî ve daha birçok müfessirler: مَعْدُوم = ma'dûm yani olmayan, “helak = yok olacaktır” demekle vasıflan­madığı gibi, aynı zamanda olmayan bir şeyin, hamdetmesiyle birlikte Kendisi'ne tesbih etmesi” aslâ düşünülemez.

            4. mesele: “Tekvîn, mükevvenin aynısı mı, ğay­risi mi?”
            Allah Teâlâ, ezelî olduğundan, mükevven = ka­inatın vasfı olan yapılıştan münezzehtir.
            Tekvîn ezelî sıfatı = var etmesi, yok etmesi, rızk vermesi, kısması, fakir kılması, zengin kılması, aziz kılması, zelil kılması gibi kadâ'sı ve hükmüdür. Kainat ise, makzîdir, kaza değildir.

            Fâille mef'ûl ayrı olduğu gibi, kaza ile makzî de birbirinden ayrıdır. Buna benzer misal, vuranla vurulan arasındaki münasebet olan darb yani vuruştur. Mesela mef'ûl olarak ضَرْبًا = darben = vuruş, mef'ûl-ü mutlak olduğuna göre, vurana; hayır, بِالعَصَا = “bastonla darbe aldı” gibi mef'ûl, mef'ûlün bih = bir şeyle kayıdlı mef'ûl ise, madrûba = dövülmüş kimseye va­sıf olur ve kendisine nisbet edilir, yani mukayyed mef'ûl olarak nisbet edilir.
            Böylece hâkim ile, menfî – müsbet hakkında hü­küm edilen mahkumun arasındaki münasebet olan mef'ûlü = hükmü, mef'ûl-ü mutlak ise, kayıdsız şart­sız hüküm yapması demek olup, mesela ceza vermesi yahud cezayı kaldırması işi, hâkime; mef'ûlü = hükmü, “hüküm giydi” gibi kayıdlı mef'ûl ise, mahkuma isnad edilir ve mahkuma sıfat olur. Nitekim örfen de böyledir.

            Allah Teâlâ'nın kadâ' manasında mutlak mef'ûlü = hükmü olan tekvîn sıfatı, îcad etmesi = var etmesi, imdad etmesi= sebebleri yardıma göndermesi, idam etmesi = sebeblerini kesmesidir. Ve bu ezelîdir.

            Sadece, var edişini murad ettiği mutlak mef'ûlü­ne iradesini = dileğini bağlamasıyla, mef'ûl olan şey, mesela atom, zerre, kürre, iradenin, o şeyin yapı­lışını bağladığı anda yahud tayin ettiği anda var olur. Var olan «makdiyyun aleyh»ten ibaret mukayyed mef'ûlü = masnûu, var olacağının sıfatıdır, ona nis­bet edilir; ve bu hâdistir.

            Bu dördüncü kaideyi bildikten sonra Mu'tezi­le'nin meşhur sorusu:
            “Küfre rıza göstermek, bizim ve sizin ittifakımız­la küfürdür. Ondan daha büyük bela da yoktur. İstid­lâl ettiğiniz, delil getirdiğiniz İmam Mâlik, Müslim, İb­nu Hibban, İmam Beğavî'nin tahric ettikleri Abdullah bin Ömer radıyallahu anhumâ'nın,كُلُّ شَىْءٍ بِالقَدَرِ حَتَّى الكَيِّسُ وَالعَجْزُ “Her şey kaderledir, âcizlik ve çeviklik, pratik zekaya varıncaya kadar.” mealindeki hadîsine inansam, küfre rıza göstermiş olmaz mıyım?

         Küfür ve ma'siyete rıza göstermesem, kadere razı olmamış olmaz mıyım?
         Bu da küfür değil midir?
            Şimdi razı olsam da küfür, razı olmasam da kü­für, öyle değil mi?”
            İşte bunun cevabında:
       Evvela, fâilin mefûlleri olan yaratmakla yaratıl­mak arasında fark görmedin.
       Mutlak mef'ûl, Allah'ın hükmü olan kadâ' ise, ya­hud kaderse, bu hükme rıza göstermek küfür değil­dir. Zira Allah Teâlâ hâkimdir, dilediğini yapar.
            Hayır, mukayyed mef'ûlü = makdî ise, makdîye = makdûra rıza küfürdür. Zira bu mahlukun vasfıdır.

      İttifakımızla, hâkim ile, menfî – müsbet hakkında hüküm edilen mahkumun arasında iki münasebet vardır:
            a-Mef'ûl-ü mutlak = mutlak hüküm = kayıdsız şartsız mef'ûl = hüküm edişinin hâkime nisbet edilmesi gibi, Allah Teâlâ'nın kaza manasında mef'ûl-ü mutlak olan hükmüne rıza göstermek küfür değildir.

            b-Hâkim'in mukayyed = kayıdlı mef'ûlü, mahkumun vasfıdır. Bunun için Allah Teâlâ'nın kulunun hakkında menfî – müsbet hükmü manasında olan makdîsi = ondan taraf yaratılan, mahlukun vasfıdır. Buna rıza göstermek küfürdür. Ve nitekim kendisine imanla mükellef olduğumuz, makdî değil kadâ' ve ka­derdir = İlâhî hükümdür.

Taberânî'nin el-Mu'cem-us-Sağîr'de tahric ettiği, Enes bin Mâlik'in:مَنْ لَمْ يَرْضَ بِقَضَاء اللّٰهِ وَيُؤْمِنْ بِقَدَرِ اللّٰهِ فَلْيَلْتَمِسْ اِلٰهًا غَيْرَ اللّٰهِ “Kim, Allah'ın kazasına = hükmüne razı olmazsa ve Allah'ın kaderine iman etmezse, Allah'tan başka bir ma'bûdu taleb etsin.” mealindeki hadîsinde dahi, yine Taberâ­nî'nin el-Mu'cem-ul-Kebîr'de, Deylemî'nin Firdevsi'n­de, Beyhakî'nin Şuab-ul-İman'da tahric ettikleri, Enes bin Mâlik'in:منَ لَمْ يَرْضَ بِقَضَائِى وَيَصْبِرْ عَلَى بَلاَئِى فَلْيَخْتَرْ رَبّاً سِوَائِى “Kim kazama razı olmazsa, verdiğim belalar üzerine sabretmezse, Ben'den başka bir Rabb seç­sin.” mealindeki kudsî hadîsinde dahi, kendisiyle mükellef olduğumuz kaderden muradın, kaza olması tefsir olunmaktadır. Bu tefsir hadisleri, sened cihetiy­le zaif olsa bile, metinlerin manası sahihtir, tefsir ol­maya yararlıdır.

            İş böyle olunca, ittifakla gerek sanatçıyı ve gerekse sanatçının sanat fiilini, masnûu = yaptığı şeyi, vasıtalı vasıtasız Allah Teâlâ yaratır. İnsanı da, insa­nın yapageldiği şeyleri de yine Allah Teâlâ var eder. Allah Teâlâ'nın var etmesine değil, var ettiği küfür ve ma'siyete rıza göstermek küfürdür.

            Binnetice Allah'ın sıfatı olan ilmi, ma'lûmuna; iradesi, murad ve maksûduna; kudreti, makdûruna = makdîyyun aleyhe; tekvîni, mükevvenine tâbi'dir. Ma'lûmu, maksûdu, makdûru, mahlûku ve oluştur­duğu mükevven, kulun azmasıdır. Buna rıza gösterilmez, demektir.

            Nakkâşa, güzel çirkin nakış yapması ayıb değil, fotoğrafçının kör veya sağlam gözün fotoğrafını çek­mesi ayıb değil; ayıb, nakışlananda, resmi çizilende, fotoğrafı çekilende. Çizmek, kadâ, kader; çizilen makdîdir. İşte Mu'tezile ikisi arasında fark etmedi. Yahud da fark etti, fakat “Allah Teâlâ'ya en yararlıyı yaratması farzdır.” dediği için kaza ve kaderi inkar etti. Eğer Allah fiilinde mecbur ise, mahkumdur, hâ­kim olamaz. Ve Allah Teâlâ kendisine cebir yapıl­maktan münezzehtir.
            Nakşedici var, nakış var, nakışlanan var.
            Şimdi nakışlanan, nakşediciye yahud fotoğraf­çıya çekişirse: “Benim gözüm sağlam, niye kör çı­karttın?” Nakışçı demez mi: “Nakş yapmak esnasın­da gözünü kapattın, onun için kör çıktın, kabahat se­nindir.” demez mi? Azmak da yazmak da böyledir. Yazmak nakış, kamera; azmak, kameranın tesbitidir.


[[1]]El-Kasas Sûresi ayet 88

[[2]]El-İsrâ' Sûresi ayet 44