بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Peygamberimiz'in Ğaybdan Haber Verdiği Buyruklarına Şöyle İnanırız 63-64. Beytlerin Şerhi

PEYGAMBERİMİZ'İN ĞAYBDAN HABER
VERDİĞİ BUYRUKLARINA ŞÖYLE İNANIRIZ

            Peygamberimiz Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ'nın nimetlerinden biri, şu varlığın sırrı, Ma'bûd ve Yaratıcı'mızın isim ve sıfatlarını bil­diren, Yaratıcı'mızın münezzeh bütün isimlerinin te­cellîlerinin mazharı, bütün insanlara rahmet olarak gönderilen ve bu sebeble Tevhîde inanmakta iman şartı sayılan, Allah'ın has kullarından başkasının sır­rına vâkıf olamadığı şu gördüğümüz kainatın varlığı­nın devamının sebebi; ve bu hikmetlere mebnî, Zât-ı Akdes Teâlâ ile yaratmış olduğu mahlûkun arasında vasıtadır.
            Vasıtalığında hiç kusur etmeksizin Dîn-i Mübîn-i İslâmiyye nimetini bildirmiştir. Şu madde âleminde dimağının bütün hücrelerinin çalışmasıyla birlikte, manevi olan ruh, kalb ve akl-ı şerîfi beşerî bütün darbelerden, tesirlerinden kurtarıldığı için vasıta kı­lınmıştır. Hicrî 201'de vefat eden İmam Şeyh Ma'rûf Kerhî'nin buyurduğu üzere «Gerek mahlûkun ve ge­rekse Hâlık'ın = Yaratıcı'nın haklarını îfâ etmenin hakîkati = mahiyeti, insanın bedeninde hazine gibi gizlenen aklına, kalb ve ruh gibi sırlarının ğaflet uykusundan uyanmasına, kendine gelmesine ve aynı zamanda fuzûlî âfatlardan, azim ve maksadlardan temizlenmesine bağlanmaktadır.» Ve bu cümlede gerek ilk hukemâ = feylesoflar ve gerekse enbiyâ-i izâm ve gerekse evliyâ-i kirâm, aynı zamanda asfiya ve ulemâ ittifak etmektedirler.
            İnsan, çepeçevre sebeblerle, çevresiyle, iyâlinin terbiyesiyle kuşatılmaktadır; hayatının devamında tıpkı Yaratan'ın inancından ve bu büyük sırdan ğaf­lete düşmektedirler.
            İşte bu ğafletten ayılması, kendine gelmesi, ku­şatıldığı sebeblerin kalbden çıkarılmasına, bütün va­kitlerini âlemlerin Rabb'ine külliyetiyle yönelmekle harcamasına, Zât-ı Akdes Teâlâ'ya yönelmesi anın­da dahi, kendi nefsinin ve kuşatıcı sebeblerin unu­tulmasıyla birlikte diliyle O mukaddes Zât'ı zikretmesine bağlanmaktadır. Bunda dahi bütün akıl sahibleri ittifak etmektedirler.
            Hiç şübhesiz ayılmak, kendine gelmek de, daha evvelden şartlarıyla türlü riyâzetle kurtulan, ebrâr denilen en hayrlı insanlarla düşüp kalkmaktan, on­ların hizmetinde devam etmekten, ilmî terbiyeyi onlardan almaktan başkasıyla aslâ gerçekleşmez. Zira kuşatıldığı sebeblerin sûru = kal'asını delmek, me­şakkatleri yüklenen babayiğit olan zevatların işidir. Nitekim İmam Ebû Süleyman Dârânî diyor ki: “İn­sanın kalbi, kapıları kapalı kurulmuş bir kubbe yerindedir. Kubbenin kapalı olan kapılarından, o ka­pıya bağlı ameli işlemek anahtarıyla melekût = meleu-l-a'lâ = mana âlemi açılır.”
            Demek kapılar, mücâhede, takva, şehvânî duygulardan yüz çevirmekle açılır. Bundan böyle Ömer radıyallahu Teâlâ anhu, askerlerin emîrlerine şöyle yazardı: “Allah'ın ve Rasûlü'nün emr ve yasaklarına boyun eğenlerden işittiğin sözü ezberle, koru. Çün­kü onlara, doğru işlerden başka açılmaz.” Aynı zamanda büyüklerimizden bazıları: “Allah Teâlâ'nın kudreti, âlimlerin ağzı üzerine bir kilittir; Hakk Te­âlâ'nın kendilerine hazırlamış olduğu ve bağışladığı hikmetli sözden başkasıyla açılmaz.” demişler. Di­ğer bazıları: “İsterse Allah Teâlâ, Kendisi'nden kalben korka korka, korkusu ruh, kalb ve aklından zâhirî azalarında görülen kimseleri bazı sırlara muttali' kılar derim.” demiştir.
            Şeyh Cüneyd Bağdâdî de: “Yoktan var olan muhdes insan, ezelî ve ebedî olan Zât-ı Akdes Te­âlâ'ya yaklaşırsa, kendisinde sebeblerin tesiri, su­yun yüzündeki köpük gibi erir, aslâ kalmaz.
            Elbette kendi nefsinden yahud çevresinden, çe­peçevre çevrildiği illetlerden, sebeblerden haber ve­renle, bunların sûrunu delerek Zât-ı Akdes Teâlâ'dan ders alanlar arasında çok büyük farklar vardır.” demiştir.
            Şeyh İbn-ul-Arabî de diyor ki: “Gördüğün elinizdeki ayna, bütün lekelerden silindiği zaman, karşına gelen şeyleri net görmesini, maddi gözünle hissen gördüğün aynayı ve aynı zamanda o aynaya ba­kanın da kendi sûreti güzel ise güzel sûretini, çirkin ise çirkin sûretini aynada gördüğünü, aynı zamanda aynaya bakanın, arkasından gelenin de sûretini gör­düğünü, amma ayna vasıta olmasaydı, onu göreme­yeceğini müşahede ettiğin halde, bu ayna gibi temizlenen sofîlerden ğaybdan haber vermelerini inkar etme.”
            İşte bunun gibi kim kalbinin aynasına yönelir, sebeb ve sebeblerin tesirinin lekelerini, çeşitli riyâzet ve mücâhedeyle silerse, yol engellerini yoldan atarsa, kendi sûretini görür. Sûretini gördükçe, sûretinde = yüzünde, bedenindeki lekelerini siler, temizler; aklî ve ğaybî sûretler, saflığı nisbetinde kalbinin ayna­sında şekillenir, görülür. Hâsılı, aynanın yöneldiği ta­rafın önüne gelen eşyanın sûretini görür. Bunu bildikten sonra herhalde Allah Azze ve Celle'nin, Ne­bîsi hakkında buyurmuş olduğu مَا كَذَبَ الفُؤَادُ مَا رَاَى “Gözünün gördüğü şeyleri, fuâdı = kalbinin saf özü yalanlamadı.” En-Necm Sûresi'nin 11. ayetinin ma­nasını güzelce anladın demektir.
            Bu, kalbin aynasında görmek, inkişaf bağışlayı­şı, enbiyâ ve rasullere, salih âlimlere, muhlis âmiller = çalışanlara, sadık ve ulaşan evliyaya mahsustur.
     İnsan, çepeçevre sebeblerle, çevresiyle, iyâlinin terbiyesiyle kuşatılmaktadır; hayatının devamında tıpkı Yaratan'ın inancından ve bu büyük sırdan ğaf­lete düşmektedir. Bundan böyle insanın, rûhî, aklî ve kalbî = manevi ciheti, bedeninin sinir sisteminde gizlenen beşerî = hayvânî cihetine mağlub kalınca, mağlub cihetini ğâlib kılmak için peygamberlere muhtac olmaktadır.
            Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem, beşerî itibariyle madde âlemini en güzel sûretinde, ruh itibariyle mana âlemini en mükemmel sûretinde görerek ümmetine her iki yolu da göstermekte ve beşerin bu büyük ihtiyacını gidermektedir.
            Allah Teâlâ'nın Onu böyle en mükemmel yarat­ması, mahluku için en büyük nimetidir. Çünkü böyle her iki ciheti parlak olarak yaratılmamış olsaydı ve bize yol göstermeseydi, biz mahluk olarak Kendisine ittibâ' etmeksizin en âlî cihetimizle dahi Ma'bûd'umu­zun sıfatlarını, saf, tertemiz, berrak şeriatini bilmezdik. Zira akıl, her şeyden müteessir ve mağlub ol­ması sebebiyle bu gibi hususlarda, özellikle mebde' ve meâdı bilmesi hakkında çok âcizdir. Bunun için Allah Teâlâ:لَقَدْ جَائَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ “Andolsun, sizin cin­sinizden size, –her iki ciheti tertemiz– rasul = elçi gel­miştir. Yol şaşırıp işlediğiniz hata ve günahlarınız Kendisine çok ağır gelmektedir. Zira sizin hidayetinizin üzerine pek hırslıdır. Mü'minlere, bütün ihsanıyla kucak açmakta lütuf ve yumuşaklığıyla da rahm-u şefkat etmektedir.”[[1]] ; aynı zamanda:لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِى رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللّٰهَ وَاليَوْمِ الاٰخِرِ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثِيرًا “Andolsun, Rasûlullah'ta sizin için güzel örnekler vardır; Allah'ın rahmetini uman, ahiret gü­nüne inanıp amaçlarını ahiretine bağlayan ve Allah'ı çokça zikreden kimselere mahsus olmak üzere.”[[2]]; bir de:كَمَا اَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الكِتَابَ وَالحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ “Nitekim sizin cinsinizden size beşerî ve rûhî ciheti âlî rasul gönderdik. Üzerinizde ayetlerimizi tilâvet ediyor = okuyor, sizi temizliyor, Kitab'ı = bütün özelliğiyle Kur'ân'ı ve hikmeti = sünnetini size öğretiyor; daha evvelden bilmediğiniz birçok şeyleri de size öğreti­yor.”[[3]] buyurmasıyla övmektedir. Yani:كَمَا اَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا “Nitekim sizin cinsinizden size beşerî ve rûhî ciheti âlî rasul gönderdik. Üzerinizde ayetlerimizi tilâvet ediyor = okuyor.” buyurmasında, رَسُولاً kelimesinin tenvîni, ta'zîm içindir. Onun için “beşerî ve rûhî ciheti âlî rasul” diye meal verdik.
        Yani “Sâir peygamberlerden daha mükemmel son peygamber Muhammed sallallâhu aleyhi ve sel­lem'in bedeninin sinir sisteminde gizlenen beşerî = hayvânî –ruh cihetine nisbetle– âdî ciheti dahi, Allah Teâlâ'nın hıfz-u himâyesi, terbiyesi sayesinden, sâir mahlukun türlü riyâzetle ulaştıkları rûhî, aklî ve kalbî = manevi âlî cihetinden daha parlak, daha saf, daha âlî olunca, bu cihetle beşerin âlî ruh cihetine çok yakın, beşerin bedeninin sinir sisteminde gizlenen âdî beşerî = hayvânî cihetinden vahiy sayesiyle çok uzak olunca ve kendisinin ruhuna nisbetle âdî cihetinden daha a'lâ, Zât-ı Akdes Teâlâ'nın kudsî huzuruna lâyık, çok yakın olunca, önü = en âlî ruh ciheti, arkası = beşerî ve hayvânî âlî ciheti, her türlü lekelerden pak, yüzü, arkası ayna halindedir.
            Her iki ciheti, âdi ciheti dahi âlî ve daha a'lâ olmasından dolayı, bütün mahlûku irşad etmeye, yol göstermeye elverişli kılınmıştır. Ve diğer dinlerin üzerine Kur'an'la Onu ğâlib kılması ve mu'cizesinin bütün zamanlarda bâkî kalması cihetiyle Allah Azze ve Celle'nin mahluku üzerine en büyük nimetidir.” demek olur.
            وَيُزَكِّيكُمْ “Sizi temizliyor.” Yani “Âlî ve âdi cihetlerle birlikte küfrün, şirkin, türlü günahların biriken pasından sizi temizlediği cihetle, size öğrettiği şey­leri yaptığınız takdirde siz de hayvânî ve rûhânî ciheti tertemiz olacak keskin akıl, pratik zeka, ahlakın güzellerine, şerefli fiillere sahib olursunuz ve bu hususta Onun mümessili olursunuz.” demektir.
            وَيُعَلِّمُكُمُ الكِتَابَ وَالحِكْمَةَ “Kitab'ı = bütün özelliğiyle Kur'ân'ı ve hikmeti = sünnetini size öğretiyor.” Yani Kur'ân-ı Hakîm'in hükümlerini ayrı, hikmetle dolu sünnetini, fıkhı = dinde anlayışı, helal haramı tefrik edebilmeyi, hak ve bâtılı aslâ karıştırmamayı size öğretiyor.” Demek Kur'ân-ı Hakîm'in hükümlerini ta­lim etmek, tilâvet ve okumaktan başkasıdır. Nitekim öğrenilen şeylerin hükümleriyle amel etmenin ger­çekleşmesi, amelden, amel de, tilâvetle gerçekleş­mesinden dahi ayrıdır. Böylece hikmetin öğrenilme­si, hepsinden ayrıdır. Nitekim hikmet, fıkıhtır = helal ve haramı bilmektir, tefakkuhtur = iyiden iyiye anla­yış, takvayla birlikte tasavvuf = kavlen, amelen, sü­lûken = yol edinilen güzel ahlâk melekesidir. Ve ilmî ve amelî hikmet melekesi, Kitab'ın hükmünü bilmekten apayrı olunca, ayet-i kerîmede «Kitab»dan son­ra «hikmet» kelimesini zikretmek tekrardan münezzeh kılınmıştır.
            وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ “Daha evvelden bilme­diğiniz birçok şeyleri de size öğretiyor.” Yani “Şayed sizin, bedeninizin sinir sisteminde gizlenen beşerî = hayvânî âdi, mağlub cihetiniz dahi saflaşsa, bununla ve birlikte rûhî, aklî ve kalbî = manevi cihetinizle da­hi ulaşamadığınız ve en mükemmel fenlerinizle id­rak dahi edemediğiniz birçok hakîkatleri; geçmiş ümmetlerin hallerini, halen kalıntıları boş kalan harabe sahiblerinin medeniyetini, kendisinden önceki enbiyâ-i izâmın kıssalarını, enbiyâ-i izâma karşı ge­len fir'avn ve nemrudların uğradıkları hüsranı, gele­cekte daha olacak müstakbel birçok havadisleri size öğretiyor.” demektir. Ve bu bütün itibarlarla Allah Te­âlâ Kitabı'nda: مَا كَذَبَ الفُؤَادُ مَا رَاَى “Gözünün gördüğü şeyleri, fuâdı = kalbinin saf özü yalanlamadı.”[[4]] buyurmasıyla dahi Onu övdü. Ebû Ya'lâ'nın, Neseî'nin, İmam Ahmed'in, imam Beğavî'nin tahric ettikleri, Enes bin Mâlik radıyallahu anhu'dan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de: اِسْتَوُوا اِسْتَوُوا اِسْتَوُوا وَاسْتَقِيمُوا فَوَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ اِنِّى لَاَرَاكُمْ مِنْ خَلْفِى كَمَا اَرَاكُمْ مِنْ بَيْنِ يَدَى “Saflarda müsâvî olun. Müsâvî olun. Müsâvî olun. Ve dosdoğru olun. Nefsim kudretiyle yaşayana andolsun, sizi önümde beşerî âlî cihetimle gördüğüm gibi, en âlî ruh cihetimle de arkamda da sizi görmekteyim.” buyurmasıyla kendini bildirdi.
            İşte Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah, bütün bu izah ettiğimiz ayet ve hadislere dayanarak dedi ki:

 وَ پَيْغَمْبَرْ نَه كِيمْ اَشْرَاطِ سَاعَتْدَنْ خَبَرْ وِيرْمِشْ

اِينَانْدِمْ جُمْلَه سِينْ اِظْهَارْ اِيدَرْ وَقْتِنْدَه هَمْ اَللّٰهْ

Ve Peygamber ne kim eşrât-ı sâatden haber vermiş

İnandım cümlesin izhar eder vaktinde hem Allah

Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, istikbalde kıyametin alâmetlerinden her ne haber vermişse, cümlesine inandım. Vakti geldikçe Allah Teâlâ onları izhar eder.

 چِيـقَارْ يَرْ دَابَّه سِى دَجَّالُ و يَأْجُـوجْ اِيلَه مَأْجُــــوجِى

طُوغَارْ گُونْ مَغْرِبْدَنْ چُونْ اِينَرْ گُوكْدَنْ اُو رُوحُ اللّٰهْ

Çıkar Yer Dâbbesi Deccâl-u Ye'cûc ile Me'cûc

Doğar gün mağribden çün iner gökden o Rûhullah

İlerde Dâbbet-ul-arz = Sâlih peygamberin devesinin yavrusunu, Deccal'i, Ye'cûc, Me'cûc'u, çıkaracaktır = üzerlerine gerilen perdeyi kaldıracaktır. Bir de ne bakarsın, Rûhullah olan Îsâ aleyhisselâm da gökten inecek ve mağribden de güneş çıkmıştır.

            Kıyametin küçük büyük alâmetleri çoktur. Ancak sadece beşini söylemekle yetindi ve kâfiyenin doğ­rulması için, güneşin mağribden doğuşunu, Îsâ'nın gelişine takdim etti. Ayrıca Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, Mehdî aleyhisselâm'ın zuhuru, üç yerde üç kez yere batış, tüm dünyayı kaplayan ve birçok insanların can vermesine sebebiyet veren çı­kacak dumandan da haber vermiştir. Büyük alâmetler hakkında şununla yetinelim:

            Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Neseî'nin tahric ettikleri Huzeyfe radıyallâhu anhu’dan gelen bir ha­dîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:اِنَّهَا لَنْ تَقُومَ السَّاعَةُ حَتَّى تَرَوْا عَشْرَ اٰيَاتٍ فَذَكَرَ الدُّخَانَ وَالدَّجَّالَ وَالدَّابَّةَ وَطُلُوعَ الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبِهَا وَنُزُولَ عِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَيَاْجُوجَ وَمَاْجُوجَ وَثَلاَثَةَ خُسُوفٍ خَسْفٌ بِالمَشْرِقِ وَخَسْفٌ بِالمَغْرِبِ وَخَسْفٌ بِجَزِيرَةِ العَرَبِ وَاٰخِرُ ذَالِكَ نَارٌ تَخْرُجُ مِنَ الْيَمَنِ تَطْرَدُ النَّاسَ اِلَى مَحْشَرِهِمْ “Gerçek şu ki, elbette kıyamet siz on alâmeti görünceye kadar kopmaz Şunları zikretti: Dumandır; Deccal'dir; Dâbbet-ul
-arz'dır; güneşin mağribden doğmasıdır; Meryem oğ­lu Îsâ aleyhisselâm'ın inişidir; Ye'cûc ve Me'cûc'dur; üç batıştır: Biri meşrıkta, bir mağribde, biri Arab ada­sında. Bunların sonrasında Yemen'den bir ateş çıkar; insanları
dünyadaki mahşerlerine sevkedecektir.”

            Bunlar zamanı geldikçe, hepsi zuhur edecektir. Bazı serseriler bunları inkar ederler. Diğer bir kısmı tevil ederler. Bunlar müteaddid hadislerde beyan buyrulduğu gibi zamanı geldikçe hepsi zuhur edecektir. Bazan da tevil yerinde olur. Mesela Deccal gelmeden önce, deccaller vardır. Mehdî gelmeden önce mehdiyyunlar vardır. Ekmel-ul-ulemâ'nın bazı tevilleri buna göredir. Fakat kendisi tevilsiz olarak da bunların geleceğini de tasrih etmektedir.

            Nitekim Ebû Dâvûd'un tahric ettiği Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’dan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasû­lullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
لاَ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يَخْرُجَ ثَلاَثُونَ دَجَّالاً كَذَّابًا كُلُّهُمْ يُكَذِّبُ
عَلَى اللّٰهِ وَرَسُولِهِ “Otuz yalancı ve hilebaz deccal çık­madıkça kıyamet kopmaz. Hepsi, Allah'a ve O'nun Rasûlü üzerine yalan uydururlar.”

            1-Hadîs-i şerîfte zikredilenدُخَان  ; tevilsiz olarak yeryüzünü kaplayacak olan bir dumandır ki, Ed-Du­hân Sûresi'nin فَارْتَقِبْ يَوْمَ تَاْتِى السَّمَاءُ بِدُخَانٍ مُبِينٍ “O halde sen ey insan, semânın apaçık bir duman geti­receği günü gözetle.” mealindeki 10. ayetinde beyan edilir. Hasan Basri Çantay'ın da notunda beyan etti­ği gibi, bu dumanın şiddetinden, gökle yer arası kesif bir dumana bürünmüş görülecektir. Bu duman kı­yamet gününden önce zuhur edecek kıyametin alâ­metlerindendir. Kafirlerin kulaklarından girecek; baş­ları büryana dönüşecektir. Mü'minlere de bundan bir nev'î nezle gibi hastalık olacaktır. Bütün yeryüzü ba­casız bir fırın gibi kızacaktır.

            2-Yukarıdaki hadîs-i şerîfte "Deccal" zikredilmiş­tir. Bazılar "Deccalden maksad, şudur budur" diye tevil ederler. Daha ileriye giden serseriler, Müslim'in de tahric ettiği Temîm-i Dârî'nin hadîsindeki Cessâ­se hâdisesini inkar ederek: “Bizim zamanımızda keşfedilmeyen yer kalmamıştır. Eğer bir mağarada Deccal gizlenmiş olsaydı görülecektir.” derler. Ğâli­ba bunlar hadisten daha ziyade kendi görüşlerine inanıyorlar. Peygamber aleyhissalâtu vesselam’ın vasfettiği gibi Deccal çıkacaktır. Şimdi de kendisi vardır. Görülmesi ve keşfedilmesi şartı yoktur. Nitekim Müslim ve Buhârî'nın de tahric ettikleri Huzeyfe radıyallâhu anhu’dan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasû­lullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
اِنَّ الدَّجَّالَ يَخْرُجُ وَاِنَّ مَعَهُ مَاءً وَنَارًا فَاَمَّا الَّذِى يَرَاهُ النَّاسُ مَاءً فَنَارٌ تُحْرِقُ وَاَمَّا الَّذِى يَرَاهُ النَّاسُ نَارًا فَمَاءٌ بَاردٌ عَذْبٌ فَمَنْ اَدْرَكَ ذَالِكَ مِنْكُمْ فَلْيَقَعْ فِى الَّذِى يَرَاهُ النَّاسُ نَارًا فَاِنَّهُ مَاءٌ عَذْبٌ طَيِّبٌ وَاِنَّ الدَّجَّالَ مَمْسُوحُ العَيْنِ عَلَيْهَا ظَفَرَةٌ غَلِيظَةٌ مَكْتُوبٌ بَيْنَ عَيْنَيْهِ كَافِرٌ يَقْرَؤُهُ كُلُّ مُؤْمِنٍ كَاتِبٍ وَغَيْرِ كَاتبٍ “Gerçekte Deccal çıkacaktır. Hakîkaten beraberinde su var, ateş var. İn­sanların su gördükleri, ateştir; yakar. İnsanların ateş gördükleri, sudur; soğuktur, saftır. Sizden kim ona = zamanına ulaşırsa, insanların ateş gördüğüne düş­sün. Gerçekte o tertemiz, sade sudur. Şübhesiz Deccal'in bir gözü dümdüzdür. Üzerinde yuvarlak kalın bir parça et vardır. İki gözleri arasında kafir yazılmış­tır. Yazı bilen ve bilmeyen her mü'min onu okur.”

            Bu hususta çeşitli hadislerin çeşitli gelişleri, yerin tayinleri de, hepsi doğru ve gerçektir; sahih hadislerle sabittir. Tevile de lüzum yoktur; çıktığı zaman her mü'min onu tanıyacaktır; özellikle Kehf Sûresi'ni okuyanlar. Envâi çeşit istidraclarla zuhur eder; ölüleri diriltir, yağmurları yağdırır; ve daha çok hileleri vardır. Amma hiçbir zaman mü'min onun tuzağına düşmeyecektir.

            Küçük alâmet olarak da şu iki hadîs-i şerîfle yetinelim:

            1-Aleyhissalâtu vesselâm, ehli bid'atin, dinde yahudi ve nasrânîlere –bugünkü deyimle Ğarb âlemine–, devlet işlerinde ise Fârise –bugünkü ifadeyle sosyalist, komünist bölgelerine– uymalarıyla kelerin deliği arasındaki teşbîhin vechini düşündü; ve üm­metini, teşbîhin en beliğ vechiyle bid'atlerden ve dî­nine muhalif olan tüm meslek ve meslekçilerden sakındırarak, Hâkim ve Bezzâr'ın tahric ettikleri İbnu Abbâs radıyallahu anhumâ'dan gelen bir hadîs-i şe­rîfte:لَتَتَّبِعُنَّ سَنَنَ مَنْ قَبْلَكُمْ شِبْرًا بِشِبْرٍ وَذِرَاعًا بِذِرَاعٍ حَتَّى لَوْ سَلَكُوا جُحْرَ ضَبٍّ لَسَلَكْتُمُوهُ وَحَتَّى لَوْ اَنَّ اَحَدَهُمْ جَامَعَ امْرَاَتَهُ بِالطَّرِيقِ لَفَعَلْتُمُوهُ “Andolsun hakîkaten siz kendilerinizden öncekilerin örf, âdet, giyim ve kuşamlarına arşın arşın, karış karış,uyacaksınız. Nihayet onlardan biri kelerin deliğini yol edinmiş olsa, siz de o yolu yol edineceksiniz. Ve hatta onlardan biri, yolun ortasında alenen karısıyla temasta bulunsa, siz de aynısını ya­parsınız.” buyurdu. Ancak «ona sülûk edersiniz» de­mekle «onda sülûk etmeyin» demek istedi. Bundan böyle «lâm» ile «nûn» ile te'kid etti ve umum üm­mete mesaj verdi.

            2-Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ümmetine,

            a-Ulemânın şânına ihtimam ve fazlasıyla kendilerine saygı göstermenin mühimsenmesinden,

            b-Ulemâ zevatın nimet olma ehemmiyetinden,

            c-Kendilerine hizmetin ve sohbetin pek gerekli olmaklığı ve kadir ve kıymetlerinin vakar ve saygıyla bilinmesinden,

            d-Ulemânın varlığının nimet olduğundan,

            e-Nimetin kadrinin bilinmemesinin, nimetin zevaline sebeb olacağından haber vermesiyle ümmetini, cahil kimseleri reis edinmekten, aynı zamanda dîni bilmeyen kimseleri şeyh, âlim, lider tanımaktan sa­kındırdı ve Buhârî, Müslim ve İmam Beğavî'nin tahric ettikleri, Abdullah bin Amr bin el-Âs'tan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:اِنَّ اللّٰهَ لاَ يَقْبِضُ العِلْمَ انْتِزَاعًا يَنْتَزِعُهُ مِنَ النَّاسِ وَلٰكِنْ يَقْبِضُ العِلْمَ بِقَبْضِ العُلَمَاءِ حَتَّى اِذَا لَمْ يُبْقِ عَالِمًا اتَّخَذَ النَّاسُ رُؤوسًا جُهَّالاً فَسُئِلُوا فَاَفْتَوْا بِغَيْرِ عِلْمٍ فَضَلُّوا وَاَضَلُّوا “Gerçekte Allah Teâlâ insanların göğsünden sıyı­racak bir sıyırmakla ilmi geriye almaz; ancak ulemâyı kabzetmekle ilmi kabzeder = geriye alır. Nihayet âlim bir kimseyi bırakmadığı zaman halk cahilleri tutup başlar edinirler; akabinde dinden sorulurlar; o cahil reisler de bilgisiz indî görüşlerle fetva verirler; saparlar ve saptırırlar.” Yahud meali şöyledir: “Gerçekte Allah Teâlâ ilmi insanların göğsünden büsbütün alıp sıyırmaz da, bilakis göğüslerden sıyrılacak ilmi, bazı bölgelerinin âlimlerini kabzetmesiyle alır = sıyırır.”

            Sonra hadîs-i şerîfte söz konusu olan ilim, dînî ilimler, mesela ilm-i usûl = tashîh-i itikad ilmi ve ilm-i usûl-u fıkıh, ilm-i tefsîr, ilm-i hadîs, ilm-i fıkıh, ilm-i tasavvuf ve bu ilimler kendisiyle tanınıp bilinen sarf, lüğat, nahuv, belağat ve levazımları olan şer'î ilimlerdir.



[[1]]Et-Tevbe Sûresi ayet 128

[[2]]El-Ahzâb Sûresi ayet 21

[[3]]El-Bakara Sûresi 151

[[4]]En-Necm Sûresi ayet 11