بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Kaza ve Kadere de Şöyle İnanıyoruz 62. Beytin Şerhi

KAZA VE KADERE DE ŞÖYLE İNANIYORUZ
قَضَا اِيلَه گَلُورْ هَرْ خَيْرُ و شَرْ تَكْرِى جَنَابِنْدَنْ
بُولُـورْ خَيِـرْ اَهْلِنْ دَائِمْ اُولُورْ شَــرْ اَهْلِنَه هَمْرَاهْ
 
Kazâ ile gelir her hayr-u şer Tanrı Cenâbı’ndan
Bulur hayr ehlin dâim olur şer ehline hemrah
Kulun lehinde olan nimet ve hayrlar, aleyhinde olan bela ve şerler, Esmâi-l-Hüsnâsı ve sıfatlarıyla Ru­bûbiyet ve Ulûhiyeti Zâtı'nda birleştiren ma'bûdun = tanrının hüküm ve takdiriyle meydana gelir. Vakti geldikçe, hayrlılara hayrlı sebeb, şerlilere şerli sebebler, yol gösteren yoldaş olur.
            Bu beytte hayrdan murad, kulun lehinde olan tüm sebebler, illetler ve sıhhat gibi nimetlerdir. Şer­den murad, kulun aleyhinde olan sebebler ve has­talık, ihtiyarlık gibi belalardır. Bunlar ezelde nasıl tesbit edildiyse, şimdi bilfiil meydana gelir. Yani ma'lûllerin var olmaları illetlerine, sebeblerden meydana gelenler sebeblere nasıl bağlandıysa, şimdi de öyle cereyan olmaktadır.
            Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:
            Denilse ki: Kadere = hayr ve şerrin Allah'tan olduğuna nasıl inanıyorsun sen?
            De ki: Sözümüz, fiilimiz, ahlak olarak iyiliklerimiz, kötülüklerimiz, imanımız, küfrümüz ve şu var­lıkta olan olayların, her ne varsa tümünün Allah Te­âlâ'nın bilgisi, iradesi, yapması ve hüküm etmesi, yapma ve hükümlerinin de belli vakitlerde olması ve vakti geldikçe Kendisi iradesiyle yahud da «Ol» demesiyle, doğrusu var etmesiyle hepsinin var oldu­ğuna inanırım.
            Aynı zamanda, olayların, olacağı gibi Levh-i Mahfuz'da yazılı olduğuna, Allah Teâlâ'nın kulunun hayr işlemesinden razı olduğuna ve sevdiğine, kulunun şerrinden razı olmadığına ve sevgisiyle olma­dığına, kulunun azması, seçmesi sebebiyle aleyhinde hükmettiğine inanıyorum.
            Ulemâmız, «İlim, maluma tâbi'dir.» kaziyesinden hareket etmekle: “Kulların azmaları = Allah Teâlâ'nın yapması – yapmamasından ibaret olaylara muvafakat göstermelerinin, kulun, iradesine bağlı hayr ve şerrin ikisinden birisini tercih etmesinin var olduğuna inanırım: Cüz'î irade de budur. Kulun da, Allah'ın kud­retine göre, yaratması – yaratmaması müsâvi olan iki taraftan hayra azmasında sevab kazanacağına; hayır, şerre azmasında azabı hak etmesine inanıyo­rum.” dediler.
            Akdes Teâlâ'nın Zâtı'na iman vacib olduğu gibi, O'nun «Kaza»sına yani şu gördüğümüz madde âle­mi yok iken ilm-i ezelîsinde bilkuvve var olacak kai­natın bütün teferruatıyla plânının var olmasına, «Ka­der»ine = şu gördüğümüz madde âlemini bilfiil var etmesine yani îcadına, devam ettirmesine yani lehinde sebebleri yürütmesine, idare etmesine yani belli bir kanuna, nizama tâbi' tutmasına da iman vacibdir. Zaten kaza ve kader meselesi, Zât-ı Akdes Teâlâ'nın ilmine, iradesine, kudretine ve tekvîn olan ezelî sıfatına râci'dir. Çünkü kader, Hak Teâlâ Haz­retleri'nin, ezelden ebede kadar olacak şeylerin za­manını, türlü vasıflarını ve havâssını = türlü özelliklerini ve sâir tefâsilini bilip ezelde takdir edilmiş olmasından; kaza ise, Allah Teâlâ'nın, irade ve takdir buyurmuş olduğu şeylerin zamanı geldikçe onları tıpatıp ilim ve iradesine muvafık sûrette îcad bu­yurmasından ibarettir. Binaenaleyh kazaya, kadere iman, Tevhîdin tamamından yani اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ «Allah'a inandım» hükmüne dahildir.
            Kainatta Cenâb-ı Hakk'ın kaza ve kaderinden: bir ağacın yaprağının dökülmesine varıncaya kadar, اِبْدَاءٌ «İbdâ'» = «başarıyla başlamak», اِبْدَاعٌ «İbdâ'» = «bilfiil var etmeyi başarmak» ve îcadından haric, hiçbir zerre yoktur. Zât-ı Akdes Teâlâ, halkın «Mukadderât»ını yani plân ve projesinin sûretini ilk mahluku olan kalem ile Levh-i Mahfuzu'nda tesbit bu­yurmuştur. Artık Tek Bir olmak vasfıyla «Zât-ı Ehadiyye» ve âlemlerin Yaratıcı'sı, kainatı teşkil eden bütün a'yânı = cevherleri, zerreleri ve a'râzı = vasıf­ları ve halleri «takdîrât-ı ezeliyye»si = plânı, projesi ile şu varlık sahasına bilfiil getirmiştir.
            Gerek insanın cüz'î ihtiyârı ve iradesinin vasıtası olmaksızın mücerred Hâlık'ın var etmesiyle şu varlık, var olmak sahasına gelmekte olsun ve binaenaleyh insanların bu kabil işleri, cemâdâtın şuursuz hareketi kabilinden olmakla, onlarla mükellef tutulmamış olsun ve onlar üzerine ne dünyada medh ve zem, ne de ahirette sevab ve ikaba bir sebeb teşkil etmesin;
            Ve gerekse insanın cüz'î ihtiyârı ve iradesinin vasıtasıyla Hâlık'ın var etmesiyle şu varlık, var olmak sahasına gelmekte olsun ve binaenaleyh beşer de bu hususta kesbe, bir cüz'î iradeye, bir istitâate = kuvve-i meysereye mâlik olsun ve beşer = insan da kendi iradesini, istitâatini = kuvve-i meyserisini sarf etmesiyle bir sebeb teşkil etsin, akabinde Cenâb-ı Hak da, o işleri yaratmış olsun, her iki itibarla yani vasıtasız ve vasıtayla Zât-ı Akdes Teâlâ şu varlığı, var olmak sahasına getirmektedir. Yoksa her iki iti­barla beşer kendi işini yaratamaz. Binaenaleyh in­sanların ikinci itibarla işleri ve hareketlerinin, kendi irade ve ihtiyarlarının sebeb teşkil etmesine dayan­ması sebebiyle var olması, artık bir cebri gerektirmez. Ve aynı zamanda bunların yaratıcısı kullar olmayıp ancak Zât-ı Bârî olduğundan تَفْوِيض = «tef­vîz» etmesi = “Ben ne yapayım, Allah yaptı” demesi bahanesiyle büsbütün işi mücerred Yaratıcı'nın ya­ratmasına isnad etmesi dahi lâzım gelmez. İşte insanlar bu kısım kasd ve niyetleri, işleri, hal hareketleri ile mükellef tutulmaktadırlar ve bunlardan dolayı dünyada medh ve zemme lâyık ve müstehak, ahirette ise ya sevaba nâil veya ikâba müstehak olurlar. Kafir ve münafıkın sorumluluğa sebeb teşkil eden akıl ve cüz'î iradeyi sû-i isti'mâl etmesi se­bebiyle cezanın yaratılmasınaوَذُوقُوا عَذَابَ الخُلْدِ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ Ve daha evvel dünyada inkar ve ahiret gü­nünü yalanlamakla işlemiş olmanız sebebiyle tüken­mez, kesilmez azabı tadınız.”[[1]] ayet-i kerîmesi ve aynı zamanda mü'min ve muhlisin sorumluluğa sebeb teşkil eden akıl ve cüz'î iradeyi yerli yerinde kul­lanması sebebiyle türlü mükafatın yaratılmasına dahi فَلاَ تَعْلَمُ نَفْسٌ مَا اُخْفِىَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ اَعْيُنٍ جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “Dünyada akıl ve iradelerini yerli yerinde kullanmak sebebiyle hiçbir nefs kendilerine ahirette hazırlanan, gözleri aydınlatıcı, gizlenen mükafatları bilmez.”[[2]] ayet-i kerîmesi âdil bir şahid olarak delâlet etmektedir.
            Herhalde küfür ve nifak sebebiyle muhatab sî­ğasıyla بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ “İnkar ve ahiret gününü yalanlamakla işlemiş olmanız sebebiyle azabı tadın.” ve ğâib sîğasıyla بِمَا كَانُوا يَعْمَلُون “Akıl ve iradelerini yerli yerinde kullanmak sebebiyle kendilerine ahirette ha­zırlanan, gözleri aydınlatıcı, gizlenen mükafatları bilmez.“ buyrulmasının hikmetine, sebebine akıl erdirdik. Zira birinci sûrette, sadece, kafir ve münafıkın işledikleri küfür ve nifak suçlarına mukabil cezanın bire bir, amma ikinci sûrette ise, mü'min ve muhlisin hâlis imanına mukabil mükafatları ise en az bire on­dan başlanarak kat kat olmasının gerçekleşme­sine beyan ve izah olduğu; ve suçuna mukabil kafire ve­rilecek cezanın bire bir olmasıyla Zât-ı Akdes Teâlâ'nın kahrının içinde lütuf ve merhametinin var olması, ama iman ve ihlasa mukabil lütuf ve ihsanının içinde kahrının aslâ olmaması, aslâ gözden kaçırılmamak­tadır.
            Allah Teâlâ'nın meşiyyeti = iradesi ve hikmetinin, hükmünün muktezâsı olan halk ve tedbiri, «sü­nen-i muttaride» –sebeb ve müsebbeblerin, illet ve ma'lullerin birbirine denk olması– üzere cereyan et­mektedir. Sevab ve ikabında, emr ve yasaklarında, dünyada ve ahirette, hâsılı her hususta sebeble ge­len şeyleri sebeblerine = ma'lulleri illetlerine rabtetmekte ve bağlamaktadır. Zât-ı Ehadiyyet'i, müseb­bebâtın da, esbâbın da Hâlık'ı ve vâdı'ı = tayin edicisidir. Kul bu sebeb ve illetlere tevessül edince, akabinde Allah Teâlâ da, sebeble meydana gelenleri ve ma'lulleri varlık sahasına getirmektedir. Binaen­aleyh bir şeye «Allah'tandır» demek, halken ve tak­dîren O'na mensub, demektir. “Bizdendir” demek ise, kesb ve ihtiyar olarak bize mensubdur, demektir. Daha doğrusu yapmış olduğumuz şeylerin fiili, hakîkî fâili olan Zât-ı Akdes'e, vasfı ise mahluka nisbet ve izâfe edilir. İş böyle olunca, olagelen işler, hisler, hal ve hareketlerden ibaret makdûrâtın iki kudret altına girmesi aslâ gözden kaçırılmaz bir husustur. Aynı zamanda bu anlattıklarımıza,ذَالِكَ بِمَا قَدَّمَتْ يَدَاكَ “İşte bu acıklı azab, kendi elinle yapıp önünden göndermen sebebiyledir.”[[3]]وَاٰتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ سَبَبًا فَاَتْبَعَ سَبَبًا “Biz İskender'e kuvve-i mümküneden kuvve-i meysereye varıncaya kadar her şeyden birer sebeb verdik. Nihayet o da sebeblere sarılması­nın, tevessül etmenin peşine düştü.”[[4]] mealindeki ayet-i kerîmeler âdil bir şahid olarak kuvvetli göstergedir.
            Evvela her canlının hayatını idâme etmesi için lâzım gelen rızkı Allah Teâlâ hüküm ve takdir edin­ce, hayat sahiblerini rızklandıran, ancak ve ancak fâil-i hakîkîsi olan Allah Teâlâ olduğuna, helal olsun, haram olsun, kulun boğazından geçirilen, üzerinde eskiyen, yırtılan, içinde barınılan şeylerin cümlesinin kendisinin rızkı olduğuna ve her türlü rızkın yaratıl­masının da Allah Teâlâ'ya aid olduğunaوَما مِنْ دَابَّةٍ فِى الاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا “Yeryüzünde çoğalıp yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah tarafından olma­sın.”[[5]] ayet-i kerîmesi, âdil bir şahid olarak göstergedir. Bunu Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah:
حَرَامْ اَرْزَاقْـدِرْ هَـرْكَـــسْ يَرْ اِيچَرْ كَنْــــدِى رِزْقِنْ هَپْ
وَكِمْسَه كِمْسَه نِكْ رِزْقِن اَلُوبْ اَكِلْ اِيدَه مَـزْ وَاللّٰهْ
«Haram erzakdır herkes yer içer kendi rızkın hep
Ve kimse kimsenin rızkın alıb ekil edemez Vallah

İnsanın üzerinde yırtılan elbise, barındıran zaman ve mekan ve boğazından geçen, helal olsun haram olsun, rızktır. Herkes kendi rızkını yer içer. Hiçbir kimse diğerinin rızkını alıp yiyemez Vallâhi.» demekle özetleştirmişti.
            İkinci olarak da her canlının idâme ettiği haya­tının Allah indinde mukadder bir tek eceli olduğuna; bu müddete kadar yaşayacağına, bu müddet gelip tamamlanınca da, bağışlanan hayatının kesileceği­ne ve hiçbir ferdin ecelinin öne sona gelmeyeceğine فَاِذَا جَاءَ اَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَاْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُون “Ve mukadder olan ecelleri geldiği zaman, aslâ bir lahza öncesine gelmez ve bir lahza sonrasına tehir olmaz.”[[6]] meâlindeki ayet-i kerîmesi, âdil bir şahid olarak göstergedir. Öldürülen dahi, Allah nezdinde mukadder olan eceli ile hayatını terk etmiş ve kâtil onun ömrünü aslâ eksiltmemiş demektir. Buna dahi وَمَا يُعَمَّرُ مِنْ مُعَمَّرٍ وَلاَ يُنْقَصُ مِنْ عُمُرِهِ اِلاَّ فِى كِتَابٍ اِنَّ ذَالِكَ عَلَى اللّٰهِ يَسِيرٌ “Canlılardan yaşatılan hiçbir ömür sahibinin yaşaması ve ömrünü noksan kılan hiçbir şey = sebeb yoktur ki, kitabda tesbit edilmesin. Ve bu tesbit, Allah'a pek kolaydır.”[[7]] mealindeki ayet-i kerî­me âdil bir şahid olarak göstergedir.
            Şayed “O zaman kâtile verilen ceza ne için?” diye sorulursa,
            Ancak kâtil takdîr-i İlâhî'nin ne sûretle tecellî edeceğine evvelce vâkıf olmadığı için, yasaklanan katle hırslanıp cüz'î iradesiyle başlamasını başarmış olduğundan mes'ûl olur; yaptığından değil. Kâtilin katle sebeb olan teşebbüsünün ardında sebeble meydana gelen ölümünün yaratılması, Âdetullah olarak İlâhî kanunun cereyan etmesindendir. Ve se­vab ve ikabında, emr ve yasaklarında, dünyada ve ahirette, hâsılı her hususta sebeble gelen şeyleri se­beblerine = ma'lulleri illetlerine rabtetmenin manası da budur.
            İşte kader hakkında bütün müslümanların inan­ması lâzım olan hususlar böyledir. Bu izahatı Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah:
 
اَجَـــلْ وَقْـتِـنْـــدَه مَيِّـتْــدِرْ اُو مَـقْـتُـولْ اَجَــلْ بِــــرْدِرْ
وَ حَـالِ يَـأْسِـكْ اِيمَـانِـى دَكِـلْ مَقْـبُـولْ عِـنْـدَ اللّٰهْ
 
«Ecel vaktinde meyyitdir o maktûl ecel birdir
Ve hâl-i ye'sin îmânı değil makbûl İndallah
 
Öldürülen, ecelinin vaktinde ölmüştür. Ve ecel birdir. Ümidsizlik halinde iman etmek, Allah nezdinde mak­bul değildir.» demekle özetleştirmişti. Yeri gelmişken şunu da ifade edelim:
            Şübhesiz Besmele'yle Fâtihâ'nın yarısına kadar, mükellef olan her insanın itikadını beyan eden ku­şatıcı bir mukaddimedir. Ve ruhun derin merkezinde “Allah vardır.”, “Ahiret vardır.”, “Bütün amaçlar ahire­te bağlanmaktadır.” kaziyeleri gizlenmektedir. Ve bu gizli hazine nimeti, başlangıç olarak İslam Dîninin bütün akîdelerini kuşatmaktadır. Her mü'min, iman rükünlerinden en kuvvetlisi olan Allah Teâlâ'nın Ru­bûbiyyetine inanılması ve ahiret gününün varlığına bütün amaçların bağlanması olmak üzere imanın iki rüknünü içtenlikle her beş vakit namazda dile getirmekle o gizli hazineyi ikrar ve itiraf eder. Şöyleki:
            بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ “Allah'ın adıyla.” Yani “Te­cellî etmesiyle gizli ve âşikâr nimetlerini Habîbi Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in üzerine akıtan ve Onun vasıtasıyla ulvî ve süflî bütün kainatı feyzyab eden ve bütün İlâhî isimlerini, âlî sıfatlarını bir araya getirip kuşatan, beni maddi ve manevi zarar ve tüm belalardan, âfâtlardan koruyan اَللّٰه = Allah İsmi'nin yardımıyla, bereketiyle başlarım. Zira O, اَلرَّحْمٰن =Er-Rahman İsmi'yle umum mahluka gizli ve âşikâr nimetlerini göndermekte, özellikle Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'i seçkin bir Peygamber olarak, bütün insanları bütün saadetlere ulaştırması için gönderdi ve اَلرَّحِيم = Er-Rahîm İsmi'yle de hâssaten, âlî nimet olan şeriatine, sünnetine ittibâ' edene tecellî edecek; dünyada hem Onu hem ümmetini hidayet üzerine yürütecek, Sırât-i Müstakîm üzere sabit kılacak; yegane nimetinin tamamlanması için de, nimet diyarı olan cennetine sokacaktır.” demesiyle ve اَلحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ العَالَمِينَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ “Ezelden ebede kadar kimden, nerede, neye karşılık hamd = güzel, üstün övgüler meydana geldiyse, cümlesi, Rubûbiyet = Rabb olmak sıfatıyla âlemi yaratıp tedbir eden, kemâle erdiren Rabb'lerine mahsustur. Ki O, dünyada fazl-u kereminden الرَّحْمٰن «Er-Rahmân» İsm-i Şerîfi'yle, yarattığı, tedbir ettiği âlemden rızkı peşinde koşturduğu her bir mahlûkuna celbetmek vesilelerini yaratmakta, rızkını = avını = besinini tanıtarak ken­disini rızkına iletmekte, peşinde koşturtmakta; onun rızkını da kendisine iletmektedir. الرَّحِيم «Er-Rahîm» İsm-i Şerîfi'yle de, dünyada içtenlikle Zâtı'na teslim = Dînine teslim olmakla ubûdiyetlerini izhar eden has kullarını, kendilerinden razı olabileceği amele iletmekte, onlara ameli tanıtmakta, dosdoğru yolda yürütmektedir. Ahirette ise, içtenlikle Zâtı'na teslim = Dînine teslim olmakla ubûdiyetlerini izhar eden has kullarını cennete ve içindeki nimetlere iletecektir. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Ve O, hayra şerre mukabil = karşılık, mükafat vermek gününün yegane lutf-u kerem sahibi hükümdarı olması sebebiyle has kullarını cennete sokacak ve cennetin içindeki nimetlerini kendilerine tahsis ederek fazl-u kereminden nimetlerini onların peşlerine koşturacaktır. Aynı zamanda ceza olarak da, ceza vermek gününün yegane âdil hükümdarı olması sebebiyle kahrıyla âsileri cehenneme sokacak ve kendilerine tahsis ettiği ateş azabını dahi onların peşlerine koşturacaktır.» demesiyle dahi, “Allah var­dır.”, “Ahiret vardır.”, “Bütün amaçlar ahirete bağlan­maktadır.” gizli hazine olan kaziyelerini ilan eder. Aynı zamanda âlî Rabb Teâlâ'nın bilinmesinin, isim ve sıfatıyla olduğunu ve bundan böyle ibadete müs­tehak sadece Rabb-ul-âlemîn olduğunu, Kendisi'n­den başkasının ma'bud olmaya ve Ulûhiyete müstehak olmayacaklarını, kavlen ve fiilen itiraf eder. Onun bu itirafıyla hem Tevhîd-i Ulûhiyet, hem Tev­hîd-i Rubûbiyet, diğer ifadeyle ilmî Tevhîd, amelî Tevhîd, diğer ifadeyle hakîkî ve gerçek inanç sebebiyle ibadet gerçekleşmiş olur.

[[1]]Es-Secde Sûresi ayet 14

[[2]]Es-Secde Sûresi ayet 17

[[3]]El-Hacc Sûresi ayet 10

[[4]]El-Kehf Sûresi ayet 84

[[5]]Hûd Sûresi ayet 6

[[6]]El-A'râf Sûresi ayet 34

[[7]]Fâtır Sûresi ayet 11