بِزِمْ پَـيْغَمْـبَرِكْ اَحْكَــــامِـى شَـرْعِى اُويْــلَه بَاقِيـــدِرْ
كِه اَهْلِ مَحْشَــرِى بُو شَرْعِـلَه فَصْل اِيدَه جَـكْ اَللّٰهْ
Bizim Peygamber'in ahkâmî şer'î öyle bâkîdir
Ki ehli mahşerî bu şeri'le fasledecek Allah
Bizim Peygamberimiz'in getirmiş olduğu şeriatin hükümleri bâkîdir. Nitekim mahşerde de Allah Teâlâ bu şeriatle mahluku arasında hükmedecektir.
Hicrî 569 civarında vefat eden, Ehli Sünnetin imamı, Sirâceddîn Ali bin Osman eş-Şehidî el-Ûşî el-Hanefî, zamanında, Ehli Sünnet vel'Cemaatin i'tikadını hülasalaştırarak «Bed'u-l-Emâlî» diye isim verdiği risâlesinde ulemânın meseledeki ittifakını şöyle dile getirmektedir:
وَ فَرْضٌ لاَزِمٌ تَصْدِيقُ رُسْلٍ * وَ اَمْـلاَكٍ كِـرَامٍ بِالـتَّـوَالِــى
“Sûret-i kat'iyede rasullerin ve şerefli meleklerin tasdîki farz-ı ayndır.”
Peşpeşe gelen rasulleri tasdik etmenin manası, onların günahtan pak, üstün zeka sahibi, yalandan berî olduklarına, Cenâb-ı Hakk'ın emr ve yasaklarını gizlemeden apaçık bildirdiklerine, sair mahlûkattan üstün ve seçkin ve masum olmalarına inanmaktır.
Nebî, kendisine vahiy gelmiş; rasul ise, tebliğ etmesi de vacib; Ulul'azm ise, ümmet sahibi demektir. Rasul nebîden, Ulul'azm rasulden üstündür.
Ehli Sünnet dediler ki: Akıl vacibi, yani yokluğu mümkün olmayanı = yaratıcıyı, hakîkatini bilmese dahi varlığını; ve muhâli, yani varlığı mümkün olmayanı bilir, idrak eder.
Amma akıl, caiz ve mümkünü bilmez. Ahirette neyin faideli, neyin zararlı olduğunu; Hâlık'a karşı nasıl ta'zîmde bulunacağını bilmekten acizdir. Bunun bilinmesi için aklın elini tutarak irşad edecek peygamberlere muhtac olundu. Bu dört hikmete binaen rasuller, akla yol gösterip ışık tutsunlar diye Allah Teâlâ tarafından gönderildiler.
Akıl, ahiret yolunu bilmekten aciz olduğundan, fiilinin akibetini bilemez.
Hâlık'ın ta'zîmini idrak etse dahi keyfiyetini bilemez.
Beşerin ne ile ıslah olacağı hakkında idraki yoktur. Çünkü beşer tabakasının hayatının nasıl sonuçlanacağını bilmez. Bundan böyle bugün çıkarttığı hükmünü = kanunu = görüşü yarın kendisi bozar.
İşte, dünya hayatının akibetini bildirmek, izah etmek, ibadet ve taatin keyfiyetini bildirmek, nizâm-ı âlem için insanları muayyen kanuna tâbi' tutmak yolunu akla göstermek için peygamberler, Allah ile kul arasında vasıta ve vesile olarak gönderildiler.
“Allah ile kul arasına kimse giremez” sözünün kökü, Semeniyye ve Berâhime mezhebine dayanmaktadır.[[1]]
Elhâsıl, vasıta ve vesile vardır. Vesileyi bilmeyen Tevhîde ulaşamaz.
Yine İmam Ûşî diyor ki:
وَخَتْمُ الرُّسْلِ بِالصَّدْرِ اْلمُعَلَّـى * نَــبِــىٌّ هَـاشِـمِـىُّ ذُو جَــمَــالِ
“Rasullerin sonuncusu, Sadr-ul-muallâ Nebî'dir ki, Hâşim oğullarından Cemal sahibidir. İçinde yaşamış olduğumuz âlemde son, ruh âleminde ilk, âlî ve yüce rasuldür.”
İmam Ûşî, Sadr-ul-muallâ demekle, şu hadîs-i şerîflere işaret etmektedir: Nitekim Hâkim'in tahric ettiği, Meyseret-ul-Fahr adlı sahabenin sahih hadîsinde Meysere radıyallahu anhu diyor ki: Ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den: “Ne zamandan beri Nebîsin?” diye sordum; bana:كُنْتُ نَبِيّاً وَاٰدَمُ بَيْنَ المَاءِ وَالطِّينِ “Âdem henüz su ile toprak arasında iken Ben nebî idim.” buyurdu. Yine Hâkim'in tahric ettiği, Ebû Hureyre'den gelen sahih hadîsinde: “Senin nübüvvetin ne zaman gerçekleşti?” denildi; bunun üzerine: بَيْنَ خَلْقِ اٰدَمَ وَنَفْخِ الرُوحِ فِيهِ “Henüz Âdem yaratılışıyla kendisine ruhun üfürülmesi arasında iken.” buyurdu. Yani “Âdem'in ruhundan önce nebîliğim gerçekleşti.” demektir. Ayrıca ibnu Hibban'ın ve daha birçok hadis imamlarının tahric ettikleri İrbad bin Sâriye'den gelen sahih hadîsinde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:اِنِّى عِنْدَ اللّٰهِ مَكْتُوبٌ بخَاتَمِ النَّبِيِّينَ وَاِنَّ اٰدَمَ لَمُنْجَدِلٌ فِى طِينَتِهِ “Ben Allah Azze ve Celle'nin nezdinde nebîlerin sonuncusu olarak yazılmakta iken henüz Âdem çamurunda dolaşmakta idi...”
İmam Ûşî, bu deyişiyle, ayrıca İnşirah Sûresi'nin ayetlerine de işaret eder.
Hatm-ur-rusul demekle de, Peygamberimiz'den sonra hiçbir nebî ve rasûlün gelmeyeceğine hükmeder. Evet, nebîlerin gelişini mümkün görenler, İslam dairesinin haricindedirler.
اِمَـامُ الْاَنْبِـيَـاءِ بِلاَ اخْتِلاَفٍ * وَ تَاجُ اْلاَصْفِيَاءِ بِلاَ اخْتِلاَلِ
“İhtilafsız olarak O, nebîlerin imamıdır. İnsanların hülâsâsı ve zübdesidir. Sâfî kullarının da tâcıdır. Bunda hiç şübhe yoktur.”
Bu beytte “el-asfiyâ” kelimesinin iki manası vardır:
Birincisi, beşerî ve nefsânî arzulardan temizlenmiş, kemâlâta ermiş, hâlis ve salih insanlardır; Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bunların sertâcıdır. Binaenaleyh Ehli Sünnetin ittifakıyla, nebîler ve rasuller, velîlerden üstündürler.
İkinci manası, seçkin olan nebîler ve en üstün derecede ünsiyet makamında Allah Teâlâ'nın seçtiği hal ve makâmâtın sahiblerinden seçilmektir. Bu takdirde asfiyâ, hem rûhen özleştirilmiş, hem de Allah tarafından tac gibi seçilmiş manasındadır.
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ise, seçilenlerden de seçilmiştir. Onun için asfiyânın tâcı diye tâbir etti. Binaenaleyh nübüvvet, risâlet makamı kesbî değil, sadece vehbîdir. Nebîler, kullar tarafından değil, Allah Teâlâ tarafından edeblendirilmiş olurlar. Kâmil doğarlar, ekmel yetişirler, örf, âdet, çevre, aile tesiri altına girmezler. Onun için onlara iman farz oldu.
وَ بَاقٍ شَرْعُهُ فِى كُلِّ وَقْتٍ * اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَ ارْتِحَالِ
“Hazreti Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in şeriati ve dîni, kıyamete kadar bâkîdir. Her zamana, her merhâleye kâfî kanundur.”
Sair Ehli Sünnet vel'Cemaatin imamları gibi İmam Ûşî dahi, bu beytle beş hikmeti beyan eder ki, her müslümanın onu itikad etmesi farzdır:
a-Peygamber'in dîni ve şeriati, bir kanun ve nizamdır. İnsanın doğuşundan evvel ve sonra da hayatıyla ilgilenir. Binaenaleyh başı boş bıraktığı hiçbir nefes kalmaz.
b-Bu kanunun temeli vahiy olduğu için, düne, bugün ve yarına, beşerin ıslahatı için en mükemmel yoldur; sırât-ı müstakîm'dir. Öyleyse din, Arab veya acem yahud herhangi bir millete mahsus olmayıp, cihanşumûl İlâhî bir kanundur.
İnsanı yaratan Allah'tır. İnsan hayatının tanzîmini de tayin eden O'dur. Öyleyse Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, insanları Arablaşmaya davet etmedi, bilakis kendisi Arab olduğu için, Allah'ın kanununu Arabî olarak bildirdi ve Arabî olarak da okunması, düşünülmesi, öğrenilmesi gerekti. Çünkü mu'cize Arabî nazmına = lafzına = kelime ve cümlelerin cevherine tahsis edilmiştir.
c-Allah Teâlâ'dan Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'in aldığı kanun ve şeriat, sadece Kur'an değil, hem Kur'an'dır, hem de hadistir. Zamanında vukua gelen mucizelerinden başka, Kur'an'dan sonra sünneti de mu'cizelerle dopdoludur. Zaman zaman, yerinde ve vaktinde tezahür eder. Bunlardan birini inkar eden kafir olur.
İslam Dîni, insanın yaratılışına uygun olur. Şöyleki: İnsan hiçbir dînî terbiye görmemiş olsa, yaratılışı üzerinde kalmış olsa, tabiati itibariyle İslam Dîninden başkasına tâbi' olamaz, bilakis O Dîni seçer.
İslam Dîni, insanları yaratılışından haberdar eder. Yaratılışının gerekçesi olan medeniyete, güzel ahlaka, Allah Teâlâ'ya karşı saygıya = ibadete davet eder.
Behemahal Dîn-i İslam, yalnız vazife yahud yalnız menfeat için te'sis edilmiş değildir, bilakis her tabaka insana vazifeyi tayin eder, aynı zamanda şahsî menfeati olsun olmasın, bilakis zararı olsa dahi insanların birbirine faideli olmasını da emreder. Nitekim İmam Mâlik, Müslim, Buhârî, Neseî, İmam Ahmed ve İbnu Hibban'ın tahric ettikleri bir hadîs-i şerîfte Ubâde bin es-Sâmit radıyallahu anhu şöyle anlatmaktadır:بَايَعْنَا رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ عَلَى السَّمْعِ وَالطَّاعَةِ فِى الْعُسْرِ وَاليُسْرِ وَالمَنْشَطِ وَالمَكْرَهِ وَعَلَى اَثَرَةٍ عَلَيْنَا وَعَلَى اَنْ لاَ نُنَازِعَ الاَمْرَ اَهْلَهُ اِلاَّ اَنْ تَرَوْا كُفْرًا بَوَاحًا عِنْدَكُمْ مِنَ اللّٰهِ تَعَالَى فِيهِ بُرْهَانٌ وَعَلَى اَنْ نَقُولَ بِالْحَقِّ اَيْنَمَا كُنَّا لاَ نَخَافُ فِى اللّٰهِ لَوْمَةَ لاَئِمٍ “Zorluk ve kolaylık anlarında, neşeli ve neşesiz hallerde ehlinden söz dinlemeye, Allah'ın hükmüne aykırı olmadığı müddetçe âmirimize boyun eğmeye ve başkaları bize tercih edilip iş başına getirilse ve imtiyazlı bir hayat sürseler bile ses çıkarmaksızın itaat etmeye, –elimizde bulunan kesin delillere göre apaçık küfür sayılan bir hüccetli hüküm görmedikçe– iş başındakilerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım, kimseden çekinmeksizin ve bir kınayıcının kınamasından korkmaksızın doğru söylemeye Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e söz vererek bîat ettik.”
Dîn-i İslam = İslam Şeriati, Zât-ı Akdes Teâlâ'
nın, yani Yaratıcı'nın Tevhîdi ifade eden «Allah» ismini ilan eder ve Tevhîdden dolayı bütün insanları vahdete = birleşmeye ve bütünleşmeye davet eder.
Gözleri hak ve gerçeği görmekten kamaştıran, basîretleri yani kalb gözünü körleten çevrenin, zâlim hükümdarların tesirinden intikam almak arzusu peşine düşen vicdanlara son verir; yerine, illetsiz, ğarazsız, ilmin nuruyla akla yol gösterir; yaratıcı'nın hakkındaki delilleri gösterir, beşerin refahını temin eder ve buna davet eder.
Mücerred bedenin hakkı, mücerred ruhun hakkı değil, bilakis her ikisinin de haklarını vermeye davet eder.
İslam Dîni, üstün, saf zeka sahiblerinin maddi manevi kuvvetlerinden istifade yollarını gösterir, fikir hürriyetini ilan eder; aklı her türlü esaretten, tesirden kurtarır.
İslam Dîni, insanın kaldıramayacağı herhangi bir teklifi yapmaz; temâyulât-ı beşeriyyeyi en uygun yollarla terbiye eder. Hatta insan ruhunu melekler âlemine doğru çeker.
İslam Dîni, hiçbir zaman, önceki kitablarda değişmeyen hükümlere aslâ muhalif olmaz; ta'zîmle kitabların ve önceki nebîlerin bütünleşmesini kemâliyle beyan eder.
Allah Teâlâ'nın emrlerini yüceltmeyi ve umum mahluka hizmet etmeyi de teyid eder. Din, Allah Teâlâ'nın dînidir; kanunu da hükmüdür = şeriatidir. Ruhu, hakîkati, mu'cizesi, lafızlarında, kelimelerinde, cümlelerinde, Arabî nazmına mahsus olarak kendisinin cevherinde parlamaktadır.
Şimdiye kadar yani Hicretin birinci senesinden itibaren bugün itibariyle 1419 sene zarfında, her asırda milyonlarca hâfızlar tarafından ezberlenmekte, herhangi bir ilimde üstün pâyeye ulaşan âlimler tarafından da, ilmine mahsus bakışla tefsir ve izah edilmektedir.
Arabî nazmını bilen, herhangi bir ilimde ihtisas gören, Kur'ân'ın aslını inkar edemez, şu ana kadar etmemişler, bilakis iman etmişler. Arabî nazmını bilmeyen, Kur'ân'a dil uzatan, cehaletinden uzatmıştır.
İslam Dîni, bütün beşeri bir çadır altında toplar, mühim vazifeleri aralarında tevzî' eder; ittifakı, kardeşliği, sevgiyi, samimiyeti, birlik ve beraberliği ilan eder; âlî hükümleri bütün kavimlere aiddir. Nitekim Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Davud, İbnu Mâce, İmam Ahmed ve Tahâvî'nin tahric ettikleri Ebû Zer radıyallâhu anhu'dan gelen hadîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: اِخْوَانُكُمْ خَوَلُكُمْ جَعَلَهُمُ اللّٰهُ قُنْيَةً تَحْتَ اَيْدِيكُمْ فَمَنْ كَانَ اَخُوهُ تَحْتَ يَدِهِ فَلْيُطْعِمْهُ مِنْ طَعَامِهِ وَلْيُلْبِسْهُ مِنْ لِبَاسِهِ وَلاَ يُكَلِّفْهُ مَا يَغْلِبُهُ فَاِنْ كَلَّفَهُ مَا يَغْلِبُهُ فَلْيُعِنْهُ “Sizin köleleriniz = hizmetçileriniz, sizin kardeşlerinizdir. Allah Teâlâ onları idareniz altında köle ve işçi kılmıştır. Artık kimin kardeşi, idaresi altında olursa, yediğinden ona yedirsin, giydiğinden ona giydirsin. Güç yetirmeyeceği şeyleri kendisine yüklemesin. Gücünün nisbetini aşan bir şeyi teklif etmiş olursa bari ona yardım etsin.”
İslam Dîni köleyi, işçiyi, me'muru, efendisi, patronu ve âmiriyle eş tutarak “Sizin köleleriniz = hizmetçileriniz, sizin kardeşlerinizdir.” buyurmaktadır. Kardeş olunca da, vazife değişikliğinden başka tabaka diye hiçbir şey yoktur, KARDEŞLİK VARDIR, ŞEFKATLE KUCAKLAMAK VARDIR.
Tatbîkî olarak da, tarihe göz gezdirmiş olsak, üst tanınan tabakada birçok azadlıları görmüş oluruz. Bu inkar edilemez bir şereftir.
Şimdi burada biz, bilgisayar asrında yaşayan medenî çağdaşlardan sorarız: “Hür bir işçiyle patron aynı sofrada bulunur mu?
Hükümdar, patron veyahud efendi, yediğinin aynısını yedirir mi? Giydiğinin aynısını giydirir mi? Barındığının aynısında barındırır mı?
Yoksa işçiyi bodrumda, barakada, gecekondu bölgelerinde iskanlandırıp hased duygularını tahrik eder mi, etmez mi?
Bindiği arabayla kibirliliğini izhar eder mi etmez mi?
Hızıyla ihtiyacsızlığını ilan ederken çamurlu yolda çamurunu fışkırtır mı, fışkırtmaz mı, bulaştırır mı bulaştırmaz mı?
Onları bindirir mi bindirmez mi? Ki hadîs-i şerîfin bazı gelişlerinde: “Bindiğiniz bineklere de bindirin.” buyrulmuştur.
Alt ve üst tabaka şefkat, merhamet ve nimeti paylaşmakta bu hakları tanıyor mu?
Demek İslamda köle ve işçi meselesinin, doğrusu «KARDEŞLİĞİN», Avrupa'nın ağa ve ırgatına, efendi ve kölesine, patron ve işçisine kıyasa kalkışılması, yazılmış tarihi, harabelerin kalıntısı altına gizlemekten başka hiçbir şeyle ifade edilemez.
İslam Dîni, putperestliği, şahısperestliği, hâsılı Allah'tan başkasına tapmayı yasaklar; hükümde, zaifi, kuvvetliyi, zengini, fakiri, hocayı, talebeyi, hiçbir tabakayı hiçbir tabakadan ayırt etmez. Şübhesiz İslam Dîni dediğimiz zaman, aklımıza Kur'an ve hadis gelmektedir. Hadîsi devreden çıkarmak isteyenler, Kur'ân'ı devreden çıkarmaya cür'et edemedikleri için “Kur'ân'a saygım vardır.”; “Kur'an'la hüküm ederim.” sarsılan cümlelerle Kur'ân'a inkarlarını gizlerler.
d-Bunun için İmam Ûşî:
وَ بَاقٍ شَرْعُهُ فِى كُلِّ وَقْتٍ * اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَ ارْتِحَالِ
“Hazreti Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in şeriati ve dîni, kıyamete kadar bâkîdir. Her zamana, her merhâleye kâfî kanundur.” demesiyle, aynı zamanda İbrahim Hakkı rahimehullah:
بِزِمْ پَـيْغَمْـبَرِكْ اَحْكَــــامِـى شَـرْعِى اُويْــلَه بَاقِيـــدِرْ
كِه اَهْلِ مَحْشَــرِى بُو شَرْعِـلَه فَصْل اِيدَه جَـكْ اَللّٰهْ
«Bizim Peygamber'in = Peyamber'in ahkâm-ı şer'î öyle bâkîdir
Ki ehli mahşeri bu şeri'le fasledecek Allah» demesiyle Cehmiyye, Cebriyye, Mu'tezile ve sapık mezhebleri reddederler.
Cehmiyyeler derler ki: İslam şeriati, son zamanın insanlarına kâfî gelmez.
Maatteessüf, hâli hazırdaki müslümanların kısmi a'zamîsi onların görüşünün çılgınlığına kaymakta, bataklığına saplanmaktadırlar.
Evet, birçok insanlar gençlerimizi de Cehmiyyeleştirdiler. Bir kısmı da Hâricî gibi yaptılar. Çünkü Hâricîler de: “Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen mutlaka kafirdir.” derler. Bu bahaneyle kendisinden yahud toplumundan başkasını küfürde hayvan gibi görürler.
Maâzallah bir kısmı, sadece Kur'an mealini ele alıp, ayet mealleriyle hükmederler. Hadislere de, beşer fikrine dahil ederek, vaz'î kanun gibi inanırlar.
Ashâb-ı kirâmın büyüklerinin fetvâlarına dil uzatırlar. Dahası ya kupkuru lüğat manasıyla «Zâhirî» yahud da büsbütün manasından uzaklaşıp türlü tevillerle «Râfizî» ve «Bâtınî»ler gibi, Kur'ân'ı kendi akıllarına göre mana ederler.
İmam Ebû Hanîfe, İmam Şâfiî gibi zevâtın mezhebinden çıkarlar; meali yazanın mezhebinde, doğrusu kendileri ihdas ettikleri mezhebde yürürler.
Her bir köşede bir müctehid...
Kafasında bir mezheb(!)..
Dilinde bir felsefe...
“Biz Kur'an'la hükmederiz.” diyerek hadis ilminden kaçınırlar.
Tirmizî, İbnu Mâce, Beyhakî ve Dârakutnî'nin tahric ettikleri Mikdam bin Ma'dîkerib radıyallahu anhu'dan nakledilen şu hadîs-i şerîf hepsini reddetmektedir:يُوشِكُ الرَّجُلُ مُتَّكِئًا عَلَى اَرِيكَتِهِ يُحَدَّثُ بِحَدِيثٍ مِنْ حَدِيثِى فَيَقُولُ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ كِتَابُ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ فَمَا وَجَدْنَا فِيهِ مِنْ حَلاَلٍ اِسْتَحْلَلْنَاهُ وَمَا وَجَدْنَا فِيهِ مِنْ حَرَامٍ حَرَّمْنَاهُ اَلاَ وَ اِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِثْلُ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ “Umulur ki bir adam kendisine mahsus tahtına yaslanır da, hadislerimden bir hadis dile getirilirken: "Bizimle sizin aranızda hakem olarak Allah Azze ve Celle'nin kitabı vardır. İçinde helal bulduğumuzu helal ederiz; haram bulduğumuzu haram kılarız." der. Dikkat edin! Gerçekte Rasûlullah'ın haram kıldığı şeyler de Allah Teâlâ'nın haram kıldığının misli kadardır.”
Bu hadîs-i şerîfin mu'cizesi bizim zamanımızda apaçık ortaya çıkmaktadır ve şu ayet-i kerîmelerle teyid olunmaktadır:
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الهَوَى اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى “O başıboş konuşmuyor. Konuşması da görüşü değildir. O ancak vahiydir. Ona ilham edilmiştir.”[[2]]
Ulemâmız, imamlarımız dediler ki: Peygamber'in sünneti ayet gibidir. Ona vahiy olarak gelmiştir. Şu kadar ki, vahy-i metluv = Kur'an değildir.
وَمَا اٰتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا “Rasûlüm'ün size getirdiği şeyleri tutun. Sizi sakındırdığı yasaklarına da son verin.”[[3]] Şübhesiz «şeyleri» kelimesi, Peygamber'in, Kur'ân'ın tefsîrinde beyan etmiş olduğu emr ve yasaklarıdır = sünnetleri = şeriati = dînidir. Ve nitekim konu hadîsinin sonunda:
e-اَلاَ وَاِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِثْلُ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ “Dikkat edin! Gerçekte Rasûlullah'ın haram kıldığı şeyler de Allah Teâlâ'nın haram kıldığının misli kadardır.” buyurması, bu ayetin = Haşr Sûresi 7. ayetinin aynısıdır.
Bu itibarla Hicrî 388'de vefat eden İmam Hattâbî'den naklen Hicrî 671'de vefat eden İmam Kurtubî diyor ki: «Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, zâhirî olan metluv vahyi kadar, bâtınî ve ğayri metluv olan vahyi ile de ahkâmı beyan etmiştir. Aynı zamanda vahy-i metluv yani okunması ibadet olan Kur'an kadar, Kur'an değil, tefsîri olarak Ona vahyedilmiştir. Buna vahy-i ğayri metluv denildi. Öyleyse, kendisi ahkâmı çıkarmakta serbesttir. Dilediği vecihle ayeti beyan ve izah eder, hükmünü tahsis eder. Hâsılı Onun sünneti de hükmü beyan etmekte aynen Kur'an gibidir.»
“Mevdû hadis vardır.” demek bahanesiyle hadisleri büsbütün ortadan çıkarmak isteyenler, hadis ilmini bilmiş olsalardı, kimin, nerede, ne gibi kelime, harf değiştirdiğini dahi ortaya koyan ulemânın bunca emeğini görmüş olsalardı, herhalde hadîsi terk etmeye, onunla ameli bırakmaya cür'et etmezlerdi.
Hicrî 672'de vefat eden Mevleviyye tarîkatinin pîri ve müessissi, allâme, müfessir, sofî, Ârif-u Billah Celâleddîn-i Rûmî[[4]] gerek peygamberlere itibar vermeyen, «Berâhime» ve «Semeniye» felsefelerine saplanan feylesofları, gerekse müslüman fırkalarından felsefe hayranları olan Mu'tezile, gerekse Havâricî ve Râfizî fırkalarının itikadlarını reddederek Mesnevîsi'nde diyor ki:
شَاهْ بُودُ و شَاهْ بَسْ اٰگَاهْ بَوَدْ * خَاصْ بَوَدْ وُ خَاصَّۀِ اَللّٰهْ بَوَدْ
Eğer şah, hakîkaten şah ise = takva ise, elbette Allah Teâlâ'dan ğâfil olmaz, uyanık olur; Allah Teâlâ'nın nezdinde makbul, has olur, saf olur; Hakk'ın hizmetçisi, halkın sultanı olur.
اٰنْ كَسِے را كه چُنِينْ شَاهِى كَشْد * سُوى بُخْتُ وُ بَهْتَرِينْ جَاهِى گَشْدْ
Bu sefâ = refah, yani Hakk'ın hizmetçiliği, halkın sultanlığı mertebesi kime ulaşırsa, elbet en mutlu insan, en bahtiyar, devlet, makam ve saadetin her türlü vesilelerine sahib olur.
گَـرْ نَدِيدِى سُودِ اُو دَرْ قَـهْــرِ اُو * كِى شُدِى اٰنْ لُطْفِ مُطْلَقْ قَهْرِ جُو
Binaenaleyh eğer bir kul, Hakk Teâlâ'nın kahrında rahmetini, lutfunu, ihsanını görmezse, elbette o koyu kahrına uğrar. Yani Allah Teâlâ, kendisine vermiş olduğu nimeti aleyhine çevirir, kahreder.
Yahud da: Sen de Hakk Teâlâ'nın kahrında lutuf ve merhametini, mürşidinin de azarlamasında şefkatini gör ki, sen de sultan olasın, Hakk'ın lutfuyla zafer alasın.
بُچَّهْ مِيلَرْزَنْدْ اَزَانْ نِـيشِ حَـجَـامْ * مَا دَرِ مُشْفِقْ دَرَانْ دَمْ شَاهِ كَامْ
Bak; yavru, jiletin = iğnenin sivriliğinden elbette idraksizliğinden korkar; son derece şefkatli anne o anda neşter vurur = iğne vurur; vurmasıyla da sevinir; doğrusu çocuğun feryadı şefkatini akıtır, şifâyı celbeder.
نِيمِ جَانْ بِسْتَانْدُ صَدْ جَان دَهَدْ * اٰنْكِـهْ دَرْ وَهْمَتْ نَيَايَدْ اٰنْ دَهَــدْ
Hak Teâlâ, “Bana ibadet et” demekle senden yarım can alır; yüz can verir, aklına, vehmine gelmeyen nice lutf-u ihsan verir. Yahud enbiyâ-i izâm ve evliyâ-i kiram, senden yarım can ister; versen, yüz can verir, vehmine aklına gelmeyen nimet verir, lutfeder.
تُو قِيَاسِ اَزْخُويِشْ مِيگِيرِى وَلِيكْ * دُورِ دُورْ اَفـْتَادَۂ بِنَكْرِ تُونِيكْ
Sakın ha! Kudsî ve pek âlî sözlerini, kendi sözlerine = şahıslarını kendi şahsına kıyas etmeye mi cür'et ediyorsun?! Eğer böyle cür'etin varsa, sen, insanlıktan çok uzaksın.