خُــدَا وَارْدِرْ وَلِــــى وَارْلِــغِــــــنَـه يُـوقْ اَوَّلُ و اٰخِــــرْ
يِنَه اُولْ وَارْلِغِيـدِرْ كَـنْـدِيـدَنْ غَـيْـرِى دَكِـلْ وَ اللّٰهْ
Hudâ vardır velî varlığına yok evvel-u âhir
Yine Ol varlığıdır Kendi'den ğayri değil Vallah
Allah Teâlâ vardır, lâkin varlığına başlangıç ve sonuç yoktur. O'nun varlığı, Kendi'nden başkası değildir.بُو عَـالَمْ يُـوغِيكَنْ اُولْ وَارْ اِيـدِى فَرْدُ و تَكُ و تَنْهَا
دَكِلْـدِرْ كِمْسَه يَـه مُحْتَـاجْ وَ هَپْ مُحْتَـاجْ غَيْرُ اللّٰهْ
Bu âlem yoğiken ol var idi ferd-u tek-u tenha
Değildir kimseye muhtac ve hep muhtac ğayrullah
Bu âlem yok iken dahi, O hakîkî mevcud var idi. Tek ve yalnız idi. Şimdi de aynı Varlığı'ndadır. Ve böylece devam edecektir. Artık, Allah Teâlâ ğayrine muhtac değildir. Dâimâ ğayri O'na muhtacdır.
Hakîkî mevcud, Hâlık Teâlâ'dır yani Yaratıcı'dır. Yaratılan yok iken, O'nun ğayri de yoktu. Yarattığı şeyin adı, âlem ve mahluktur.
Her mahluk O'na muhtacdır; çünkü ezelî değildir. Ezelî olmayan, sonradan var olandır, ki buna hâdis denilir. Yani vücudu = varlığı izâfîdir. İzâfî mevcud ise, hâdis ve mahluktur.
Hakîkî mevcud, ezelî ve kadîm...
Bu iki mevcud, hiçbir zaman birbirine karışmaz. Çünkü izâfî varlık, yani «Sâni'in masnûu» kaziyesinde masnû' yani işlenen, ancak Sâni'e nisbet etmekle düşünülür, müstakil olarak düşünülemez; saat, saatçisiz düşünülemediği gibi; terzilik, terzisiz; tartılan, terazisiz düşünülemediği gibi.
Pek malumdur ki, sanatsız san'atçı, saatsiz saatçi müstakil olarak düşünülebilir.
İşte böylece yaratılan, Yaratıcı'sız düşünülemez; amma Yaratan Kendisi müstakil olarak düşünülür. İşte bu sebeble işlenilen = masnû' ve sanatçı, saat ve saatçi, terzi ve dikilen elbise, terazi ve teraziyle tartılan şey birleşmediği ve birbirinin içine girmediği gibi, Hâlık Teâla da mahlukuyla birleşmez, mahluku Kendisi'ne, Kendisi de mahluku içine girmez. Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah bunu öğreterek:
اَكَا حَادِثْ حُلُـولْ اِيتْمَزْ وَ بِرْ شَىْ وَاجِـبْ اُولْـمَزْ كِيـــمْ
هَرْ اِيشْــدَه حِكْمَتِـى وَارْدِرْ عَبَثْ فِعْـل اِيشْـلَـمَــزْ اَللّٰهْ
A'na hâdis hulûl etmez ve bir şey vâcib olmaz kim
Her işde hikmeti vardır abes fi'l işlemez Allah. dedi.
O'na hâdis, hulûl etmez = bir şey O'nun içine girmez. Çünkü yaratılan mahluk, aynı zamanda mahkumdur, yani Yaratıcı'sının, Hâkim'inin hükmüne bağlı kalmaktadır. Onun için hiçbir şey Allah Teâlâ'ya vâcib olmaz = gerekli olmaz, doğrusu, hükmünde mecbur olmaz. Her işte O'nun hikmeti vardır. Elbette Allah Teâlâ başıboş iş işlemez. Binaenaleyh
حُلُولْ اِيتْمَزْ اُو ذَاتْ عَبْدَه وَ هِيچْ بِرْ فَرْدَه ظُلْم اِيتْمَزْ
عِـبَــادِكْ اَصْـلَحِى لاَزِمْ دَكِلْ كِيـمْ خَـلْــق اِيـدَه اَللّٰهْ
Hulûl etmez O Zat abde ve hiçbir ferde zulmetmez
İbâdın aslahı lâzım değil kim halk ede Allah
O Zat, bir kula hulûl etmez. Ve hiçbir ferde zulmetmez. Kendisi'ne kulunun yararına sebebleri yaratmak gerekmez ki, onu yaratsın.
Allah Teâlâ, ezelî ve hakîkî mevcud bir Zat olduğu için, yaratmış olduğu mahlûkun içine girmez. Mesela, Allah Teâlâ'nın Zât-ı Şerîf'i, Îsâ'ya, Üzeyr'e, şeyhe, kutba girmez, onunla birleşmez.
Aynı zamanda Allah Teâlâ, bir kimseye zulmetmez. Çünkü zulüm, ğayrinin hakkına tecavüzdür. O'nun üzerinde ğayrin hakkı yoktur ki, hakkına tecavüz etmiş olsun.
Dilerse mahlukunu, sıhhatli, tam; dilerse hasta ve noksan yaratır. O'nun yaratmasında kusur yoktur. Nitekim nakkâşın nakşının içine girmesi mümkün değildir. O, mutlak hâkimdir. Niçin şunu noksan, şunu tam yarattığını, O bilir. “Niçin yaptı?” diye sorulmaz da. Çünkü “Niçin yaptı?” diye sorabilmek, yapanın, ğayrine me'mur olmasını gerektirir yahud işçisi olmasını gerektirir. Sümme hâşâ, Allah Teâlâ mutlak Hâkim'dir, Âmir'dir. İşi de, işçiyi de, işvereni de O yaratmıştır. Bundan böyle
اَكَا بِرْ كِمْسَه جَبْـرِيلَه بِرْ اِيشْ اِيشْلَه دَه مَزْ اَصْلاَ
نَه كِيمْ كَنْدِى مُرَادْ اَيْلَرْ وُجُودَه اُولْ گَلُـورْ بِاللّٰهْ
A'na bir kimse cebrile bir iş işledemez aslâ
Ne kim Kendi murad eyler vücûda ol gelir Billah
Hiçbir kimse, ne zorla ne yalvarışla O'na cebren iş yaptıramaz. Ne var ki fazl-u keremiyle “Yalvarışları kabul ederim.” buyurmuştur. Kendisi neyi dilerse, o nesne Allah Teâlâ'nın kudretiyle = îcadıyla meydana gelir, imdadıyla hayat bulur.
اٰنِكْ هَرْ بِرْ كَـمَالِى بِـى تَغَيُّرْ حَاصِلْ اُولْمِشْـــدِرْ
كِه يُوقْدُرْ مُنْتَظَرْ اُولُـنَه جَقْ هِيچْ بِرْ كَمَالُ اللّٰهْ
A'nın her bir kemâli bîteğayyür hâsıl olmuşdur
Ki yokdur muntazar olunacak hiçbir Kemâlullah
Allah Teâlâ'nın Zât-ı Şerîf'inin kemâlâtı, Zâtı'yla birlikte ezelîdir; değişmeyi kabul etmez. Çünkü Allah Teâlâ'nın hakkında sonradan meydana gelecek bir kemal söz konusu değildir. اَللّٰهُ الصَّمَدُ “Allah, Sameddir = Kendi Varlığı Kendisi'ne kâfi geldiği için hiçbir şeye muhtac değildir, bilakis her şey Kendisi'ne muhtacdır.” diye İhlas Sûresi'ni okuyalım.
صِفَــاتِ بَا كَمَالْ اِيلَه اُو دَائِمْ مُتَّصِفْـدِرْ كِيمْ
قَمُو نُقْصَانْ صِفَتْلَـرْدَنْ بَرِيـدِرْ ذُوالْجَلاَلُ اللّٰهْ
Sıfât-ı bâkemâl ile O dâim muttasıfdır kim
Kamû noksan sıfatlardan berîdir Zülcelâlullah
Celal ve Azamet sahibi olan Allah Teâlâ, kemal sıfatlarıyla yani nefsî sıfat olarak «Vücud» = Var olmaklığı'yla, beş Subûtiye sıfatı yani Zâtı'nın onlarla vasıflanması sabit ve daimi olan sıfatlar olarak Kıdem yani ezelî olması, Bekâ: dâimî ve ebedî olması, Kıyâmun binefsih: Zât'ıyla var olup, başkasına asla muhtac olmaması, Kendisi Kendi'ne kâfi olması, Vahdâniyet: ikincisi olmayan ve birlerin içerisine girmeyen bir tek olması, Muhâlefetun lilhavâdis: aklımıza, gözümüzün önüne, vehim ve hayalimize gelen tüm sûretlere muhalif, daha doğrusu benzersiz olmasıyla, sekiz Zâtî sıfatlar olarak Hayat: diri olması, İlim: bilmesi, Semi': işitmesi, Basar: görmesi, İrade: dilemesi, Kudret: güç sahibi olması, Kelam: harf ve sesten ârî konuşması, Tekvîn: îcadıyla mahluku var etmesi ve imdadıyla belli bir nizama tâbi' tutarak yaşatması ve sonradan var ettiği şeyi yok etmesi sıfatlarıyla daima vasıflanır.
Gerek sayılan on dört sıfatların zıddıyla vasıflanmaktan ve gerekse mahluka isnadı mümkün olan bütün noksan sıfatlardan berîdir = pak ve münezzehtir.